Çoğunlukla ekonomik söylemlerde kullanılan, Arapça/Farsça kökenleri ile fasit çember, günümüzde kısır döngü olarak bilinen kavramın karşıtı/zıt anlamlısı bizim dilimizde hemen hiç kullanılmaz.
Fasit kelimesi “kötü,
bozuk” anlamına gelen arapça kökenli bir sıfattır (1). Çember (çenber) kelimesinin bu
kavramdaki rolü, “aynı uzaklık ve düzlemdeki noktalar kümesinin oluşturduğu bir
eğri” ye gönderme
yapmasıdır. Bu eğri, hepimizin bildiği gibi kapalıdır ve (ileri ya da geri)
çizgisel hareketlere izin vermez; sadece düzlemdeki yerini daraltır veya
genişletir. Kendi özel koşulları ile eleştirilmedikçe, linear olmayan
hareketlerin iyi ya da kötü oldukları önermesi yapılamaz;
zıtlık esastan kaynaklanmaz. Kavramın halk arasındaki kullanımında,
sosyolojik/kültürel vb. alanlarda fasit kelimesi kısır ile karşılanır, monoton bir döngüyü
ifade eder fakat kısır olmak her koşulda fasit (kötü) olmak demek değildir; kötü olan
da her zaman kısır olmayabilir (örneğin, doğaya rağmen linear ilerleyen ekonomi). Kavram, sadece ve
sadece ekonomik anlamda kullanılıyorsa kısır anlamını alabilir çünkü özellikle
azgelişmiş ülkelerin tanımlanmasında, kalkınma serüveninin her defasında
başladığı yere geri dönmesi durumunu ifade eder.
İngilizce dilinde bu ekonomik
kavram, zıddı ile birlikte kullanılıyor. Virtuous
circle ve vicious circle olarak
birbirlerini zıtlayan bu kavramlarda circle kelimesi “bir döngü biçiminde
kendi kendisini besleyen, birbirlerine bağlı/bağımlı parçalardan oluşmuş
zincirsel olaylar” anlamına gönderme yapıyor (2). Vicious
Circle, dilimizdeki fasit
çember kavramının
karşılığı ve vicious kelimesinin tam karşılığı da fasit (kötü;bozuk ve hatta kusurlu; kötü niyetli; saldırgan fakat kısır değil).
Virtuous circle kavramındaki virtuous kelimesinin anlamı ise “erdemli,
faziletli; iffetli, namuslu”. İşte bu kavramın (Virtuous circle: erdemli dönüşüm) gündelik
dilimizde kullanılan doğrudan (ve herhangi bir) yeri, karşılığı yok. Ekonomik
ağırlıklı bu kavramı diğerinde olduğu gibi, sosyal/kültürel ve benzeri
alanlarda, halk arasında/dilinde hiç kullanmıyoruz; daha ötesi hiç bilmiyoruz.
Oysa ki dilimize ve bilincimize giderek yerleşen sürdürülebilirlik (sustainability) ile Beşikten Beşiğe (Cradle to Cradle) kavramlarının
kökeni, bu virtuous circle (erdemli döngü) içinde yatıyor,
hatta tam da kendisi. Hal böyle ama, diğeri/zıddı gibi sosyo-
kültürel alanımıza indiremediğimiz bu kavramın içeriği, bize hiçbir şey ifade
etmiyor. Yabancılaşıyor ve/veya ötekileşiyor de diyemeyiz çünkü ancak tanınan
ve bilinen kavramlar/şeyler dönüşebilirler; farkında olmadıklarımız ise
bizim için “yok” hükmündedir.
Dünyamız (ve hatta/belki de
kainat) erdemli döngü
sürdürüyor. Bir parçası olarak biz insanlar, bu döngüyü kötüleştirmek için
(farkında olmadan?) elimizden geleni yaptık. Yüzlerce yıl yaptık;
özellikle sanayi devriminden sonra, 18.nci yüzyılın ikinci yarısından sonra
yaptıklarımız, insanlık tarihinde nasıl yer alacak, gelecek nesillerce nasıl
yorumlanacak, tahmin etmek zor. Problemlerini çözmek ve yaşam kalitesini
yükseltmek için doğayı ve doğadaki canlıları, sistemleri, elemanları...
kopya etmesi (biomimetics , biomimicry) gerektiğinin bilincine asırlar
önce varan insan, kendisinin de doğanın bir parçası olduğunu ve kopyalarken doğanın üretim yöntemlerindeki
döngüsel özelliğini de örnek alması gerektiğini ya çok geç farketti ya da bilimsel
/ teknolojik yetersizliği nedeniyle görmezden gelmek zorunda kaldı. Bu sorunun
cevabını en güzel şekilde gelecek kuşaklar verecekler.
Bildiğimiz ilk biomimicry
örneklerinden biri, Leonardo da Vinci (1452-1519) tarafından, kuşların
nasıl uçabildikleri konusunda yapılan anatomik araştırmalardır. Hiçbir zaman
uçamamış olsa da, tarihteki ilk “uçan makina” çizimleri O’na aittir.
Hezârfen Ahmed Çelebi (1609 - 1640), 17. yüzyılda Osmanlı'da yaşamış Müslüman
Türk bilginidir ve kendi geliştirdiği takma kanatlarla (1623-1640 yılları
arasında) uçmayı başaran ilk insan olmuştur. Gerek Leonardo da Vinci ve gerekse
Hezarfen Ahmed Çelebi’nin, uçma konusunda deneyler yapmış, 10.
yüzyıl Müslüman Türk alimlerinden İsmail Cevheri'den ilham aldıkları söylenir(3).
İlk uçan makinayı (1903)
yapan Wright kardeşler de güvercinleri gözlemleyerek aldıkları ilhamla bu ilki
başarabildiler. Öncesi ve sonrasındaki pek çok örneği bir kenara bırakırsak,
biomimicry / biomimetics alanındaki en önemli buluşlardan birinin, spor,
sağlık, savunma sanayi, nanoteknoloji alanlarında çığır açan, gecko isimli hayvanın ayaklarındaki yapışma
yeteğinin 2002 yılında keşfi ve kopya edilebilmesi olduğunu
söyleyebiliriz (4). Adını ilk kez (1950’li yıllarda) Otto
Herbert Schmitt (5) koymuş olsa da insanoğlu,
biomimicry / biomimetics(6) kelimesi
ile kavramlaştırılan “biyolojik yapısal özellikleri teknolojik alanda
kopyalamak” eylemini, medeniyet yolculuğuna başladığı
ilk günden beri yaptı, yapacak.
Dünyamızdaki doğal hayat,
“erdemli döngü”nün en mükemmel örneğidir. O kadar mükemmel ve o kadar
erdemlidir ki bir timsahın gözyaşları bile atık değildir; arılar, kelebekler ve
diğer böcekler bu gözyaşlarını içerler (7). İnsan, bu döngüde hergün yeni bir şey
keşfediyor fakat neden bu döngüdeki mucizeleri teker teker kopyalamaya
çalışırken, bu döngünün en temel özelliği olan erdemini görmezden geliyor?
Atıkların, kabul edilebilir
düzeylere kadar azaltılması yolunda ilk adım, 1965 senesinde Amerikan
Kongresi’nde kabul edilen “The Solid Waste Disposal Act (SWDA)” kanunudur (8). Avrupa kıtasında ise atıklar konusu, İsviçreli mimar
Walter Stahel (9) ile
Genevieve Reday tarafından yazılan ve Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’na 1976
yılında sunulan bir araştırma raporunda, ilk kez dile getirildi. ‘The
Potential for Substituting Manpower for Energy’ isimli bu raporda yazarlar, circular economy (döngüsel ekonomi) adını verdikleri bir taslak
ekonomi modeli üzerinden iş yaratma, ekonomik rekabet, kaynakların korunması, atıkların
önlenmesi konusundaki öngörülerini dile getirdiler. Bu rapor, 1982 senesinde
”Jobs for Tomorrow, the Potential for Substituting Manpower for Energy” adıyla
bir kitap olarak yayımlandı. Günümüzde bu faktörler, sürdürülebilir kalkınmanın
3 temel direğine gönderme yapıyorlar: ekolojik, ekonomik ve sosyal uyumluluk (10).
1987 yılında yayımlanan
“Economic Strategies of Durability – longer product-life of goods as waste
prevention strategy” isimli raporlarında yazarlar, circular economy içindeki ekonomik aktörlerin, throughput economy (birim zamanda üretilmiş
şeylerin/işlerin miktarını temel alan, çizgisel ekonomi) içindeki
rakiplerinden daha yüksek karlılıklara ulaşabileceklerini kanıtladılar.
Bu rapora bir tepki olarak 1987
yılında bazı uzmanlar, varolan ekonomik model (throughput economy /
linear economic model) ile uyumlu olmasının da avantajını kullanarak,
ürün sorumluluğu ilkesini temel alan, from cradle to grave (beşikten mezara) ismini verdikleri
bir modeli, circular (loop) economy modeline alternatif
olarak öne sürdüler. Stahel, gerçekten sürdürülebilir çözümün, cradle back
to cradle modelinde
gösterdikleri şekilde, kendisini tekrar eden, yenileyen dayanıklı
ürünler ile olabileceğini ısrarla savundu. Bu tartışmaların olduğu
dönemlerde Stahel, kendisini destekleyen Michael Braungart isimli bir kimyager
ile Almanya’da çeşitli konferanslarda bir araya geldi ve akıntıya karşı
kürek çektikleri durumlarını tartıştılar (10)
Michael Braungart, 1958
doğumlu bir Alman kimyagerdir (11).
1985 senesinde Hannover Üniversitesinde PhD’sini tamamladıktan sonra,
Greenpeace (12) bünyesinde
daha önceden kendi kurmuş olduğu Greenpeace Chemistry’nin (Greenpeace
Kimya Departmanı) liderliğini yüklendi. 1987’de Hamburg’da,
Greenpeace Chemistry bünyesinde EPEA’yı (the Environmental Protection
Encouragement Agency) kurdu (13) .
Bir yıl sonra, 1988 senesinde
EPEA, Greenpeace bünyesinden ayrıldı. Ürünlerin ve sistemlerin tasarımında
biomimetic yaklaşımı öngören Cradle
to Cradle Design (14) modelini
tanıtmak, yaymak, uygulamak, EPEA’nın temel kuruluş amacı idi ve
bugün kar amacı gütmeyen bir kuruluş olarak faaliyetini sürdürüyor. Cradle to Cradle, McDonough
Braungart Design Chemistry (MBDC) danışmanlık şirketi adına tescilli ticari bir
markadır. 2002 yılında Braungard ve Amerikalı mimar William McDonough,
“Cradle to Cradle: Remaking the Way We Make Things” isimli bir kitap, cradle to cradle design modelinin hayata nasıl
geçirilebileceğinin özgün detaylarını veren bir manifesto yayımladılar.
İnsanlık tarihinde yapılan
küçük ve basit bir araştırma, yaşam kalitesini yükseltmek ve problemlerini
çözmek konusunda insanın, henüz bilimsel, teknolojik düzeyinin çok düşük olduğu
zamanlarda bile, doğayı incelemesi/taklit etmesi/örnek alması
gerektiğinin idrakinde olduğunu gösteriyor. Üretim yol ve
yöntemlerinin doğanınkilerle birebir aynı olması elbette imkansız; bunun böyle
olabilmesini ummak bile hayallerin ötesine geçer. Fakat hiç değilse
üretimini, bilimsel ve teknolojik yeterliği oranında da olsa, Erdemli Döngü prensipleri içinde yapması
gerektiğini idrak etmesi, neden bu kadar gecikti? Traji-komik olan ise,
bu idrakin bile henüz teorik alanda kaldığı, pratiği için bir avuç gönüllü kişi
ve kuruluşun adeta çırpınıyor olması. “Gerekli hammaddelerin elde edilmesinden,
üretim yol ve yöntemlerinin uygulanışına kadar olan bütün aşamalarda doğaya
karşı bir saygısızlık, hoyratça bir saldırı var” cümlesini okuyacak herhangi
birinin aklına ilk gelecek şey, herhangi bir sanayi kuruluşu olacaktır
ama asla ve asla, kendisi olmayacaktır. Plastik, kağıt, cam, metal... evsel
atıklarını ayrı ayrı paketlemeyen, dişlerini fırçalarken musluğu kapatmayan bir
insanın, tipik ve sadece insana özgü bir savunma mekanizmasıdır bu cümleye
vereceği tepki: ben değil, o!..
Hem türdeşlerine, hem diğer
bütün canlılara ve hem de bütün bir doğaya düşman olan tek yaratık insandır. Bu
genetik yapısından dolayıdır ki Erdemli
Döngü prensipleri içinde hayat
sürmesi neredeyse imkansızdır. Böyle bir hayat tarzına çağrışım yapan
kavramları bile görmezden gelir, dışlar, hiç kullanmaz. Bilimsel araştırmalar
gösteriyor ki toplumlar, kullandıkları ortak dildeki kelimeler ve kavramlar ile
tanımlanabilirler; insanlığı bir bütün olarak değerlendirmenin de bir yoludur
bu. Neredeyse hiçbir toplumda, sosyo-kültürel hayata inmemiş bir kavramın
içeriğinin, sadece ve sadece ekonomi ile içli dışlı olmak zorunda kalan
sermaye sahiplerinden bekleniyor olması da insana özgü tipik bir (paradoksal)
bencillik örneğidir bu anlamda.
Cradle to Cradle felsefesi, ekonomik
alandaki vicious circle (kötü döngü) karşısında bir duruş
/ direnç sergiler. Ekonomik alandaki oyun kurucuların Erdemli Döngü hareketine katılmalarını teşvik
eder. Ancak, teorik alanda değilse de pratikte, piramidin tepesine
yönelik bir teşviktir / söylemdir / felsefedir ve (bana) toplumsal değişimi
yukardan aşağı doğru dizayn etmeyi amaçlıyor görüntüsü verir. Tarih
göstermiştir ki bu imkansız bir çabadır, bütün örnekleri tarihin karanlık
sayfalarına gömülüp kalmışlardır. Genel anlamda tarihi incelemeye bile gerek
yok; sadece Cradle to Cradle felsefesinin doğuşundan günümüze izini
sürmek bile bu tezi doğrular: aradan geçen bunca zamana rağmen, tüketicinin bilincine
yerleştiği iddia edilemez.
Sanayi Devrimi’nin 1750’de
değil, 1800 senesinde başladığını varsaysak bile, benim izini sürebildigim
ilk Erdemli Döngü hareketi (Amerikan Kongresinden
geçen 1965 tarihli yasayı bir kenara bırakırsak) 1976 senesindeki bir
araştırma raporu ile başlıyor: tam 176 yıl sonra!. Üstelik, hareketin
başlamasından bugüne, neredeyse 38 yıl geçmiş. O gün doğmuş olanlar, bugün orta
yaşa gelmiş, çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Hareketin kurucuları da halen
yaşıyor. Bir ömür verdikleri circular
economy (loop economy) modelinin, bugün bilindiği
şekli ile cradle to cradle felsefesinin, insanlık bilincindeki
yerini sorguladıklarında neler hissettiklerini düşünmek bile istemiyorum.
ABD ve Avrupa Birliği
ülkelerindeki tüketicinin bilincinde bir şeylerin kıpırdadığı, hareketlendiği,
değişmeye başladığı mutlak fakat belli ki yeterli değil. Hareketin (dünya
ölçeğinde) aşağıdan başlaması lazım fakat entelektuel kesimin bile büyük bir
çoğunluğu bunun farkında değil ya da umursamıyor. Çünkü bu hareket (halkın
dışında) salt devletler (ve holdingler) arasında ekonomik bir trend olarak görülüyor. Hatta, bu felsefeden
“ikinci sanayi devrimi” diye bahsediliyor. Bir trend olduğu kabul edilebilir; C2C’den önce ve C2C’den sonra diye kategorik
bir ayrım bile söz konusu edilebilir fakat bu haliyle asla bir (2.) sanayi devrimi değil; olmadığı konusundaki temel
çelişkilerini şöylece (ve kısaca) açıklamak mümkün:
(Birinci!.) Sanayi Devrimi,
insana (halka) rağmen (halk için) yapıldı; devlet öncülüğünde, devlet
teşvikleri ile yapılan planlı bir hareket (bir süreç) idi. O dönemde
İngiltere’de yaşayan insanların hayatları altüst oldu, sosyal patlamalar
yaşandı. Bir nesil acı çekti fakat (devrimin) planlaması mükemmeldi: sonuçta
insan(lık) kazandı. İnsana rağmen başla(tıl)mıştı ama aslında insana karşı
değildi; o günlerde hiç hesaba katılmayan doğaya karşı idi. Doğanın
“gerçek kaybeden” olduğunu ise, ancak bugün anlıyoruz: devrimlerin
karekteridir bu, win-lose sistemleridir devrimler ve sonsuza kadar sür(e)mezler.
Fakat şimdi, günümüzde doğa,
kendi hayat damarları kurudukça bizimkini de kurutuyor, intikamını alıyor; hem
doğanın ve hem de insanlığın, her iki tarafın da kaybettiği kısır bir süreç
yaşıyoruz. C2C bu bağlamda bir (2. endüstriyel) devrim olamaz çünkü C2C halka rağmen (karşı)
değildir: başlangıcında halkın (bir neslin) bir bedel ödemesi gerekmez. Tam
tersine, devlet öncülüğünde, devlet teşvikleri ile fakat halkın gönüllü
birlikteliği ile yapılmak zorunluğu vardır; “halk için, halka rağmen”
değildir. C2C doğaya da karşı değildir, “doğa için” dir; kaybedene uzatılan bir
barış elidir, bir “özür” dür. Bu bağlamda C2C bir devrim olamaz çünkü kaybeden
taraf yoktur, çünkü her iki tarafın da kazanmasını amaçlar: C2C kazan-kazan (win-win)
felsefesi ile ( insan ile doğa arasında) bir barış çağrısıdır.
C2C, insanın tekerleği bulması
gibi, tarihinde çığır açacak bir buluş değildir; Amerika’nın keşfi de değildir.
Endüstride yepyeni bir çığır açan nanoteknoloji bilimi hiç değildir.
Grafen denilen malzemenin üretilmesi ve endüstride kullanılmaya başlanması bir
devrimdir; yarınlarda quantum bilgisayarların üretilmeye başlanması ile
(endüstriyel) devrimlerin en büyüğünü görecek insanlık. Hangi bağlamda ele
alınırsa alınsın, C2C bir devrim değildir, bir “uyanış” tır.
C2C (halkın dışında) salt devletler
(ve holdingler) arasında ekonomik bir trend olarak görülüyor ya, hal böyle
olunca, ekonomik alandaki oyun kurucular (devlet / sermaye sahipleri /
ARGE kurumları... ) değişim
dinamikleri olarak
algılanıyor ve entelektuel kesim, kendi içinde konunun sohbeti ile
yetinirken halk (ın bilinçli kesimi) beklemeye geçiyor, talep baskısı
yarat(a)mıyor. Oysa ki devlet otoritesi böyle bir ekonomik modeli tepeden
kanunlarla bastıramaz; teşvik edebilir ve gerekli tedbirleri alabilir ancak.
Ekonominin içinde, üretim zincirinde yer alan oyuncular, bir bütün halinde ve
anlaşarak dönüşümü başlatmak isteseler bile, sermayeden talebe,
bilimsel/teknolojik yetersizliğe kadar birçok engelle karşılaşırlar.
Ürünlerinin imalatı için (bilimsel/teknolojik) alt yapısı hazır ve yeterli
olanlar arasında, teker teker uygulamaya geçmeye karar verenler ise ilk
dönüşüm maliyetlerini ürünlerinin fiyatlarına yansıtamazlar çünkü pazardaki
rekabette, talep yetersizliği nedeniyle çok zorlanırlar ( ya da
biterler). Kurumları da insanlar gibi yaşayan organizmalar olarak kabul
ediyorsak (circular economy modelinde ispatlandığı üzere uzun dönemde karlılığa
geçecekleri kesin olsa da) neden bir trend(!) uğruna riske
girsinler?
Amerika ve Avrupa ülkelerini
biraz gözlemlemek bile (bana) gösteriyor ki Circular
Economy ya da Cradle to Cradle, adını
ne koyarsak koyalım, genel analizde bu felsefe toplumun en alt
katmanlarında kabul görmedikçe, bir arpa boyu bile yol alamayacak, hep teoride
kalacak. Kendi ülkemizde ise bu felsefeyi, topluma C2C ismi ile anlatabilmenin / kabul
ettirebilmenin çok zor ve hatta imkansız olacağını düşünüyorum.
Burada ve her yerde, beşikten
başlayarak insanları erdemli
yaşam döngüsü içinde doğayla
barışık, bütünleşik bir hayat sürmeye ikna edemedikçe; bu yolda talep
baskısı oluşturmaları gerektiğine inandıramadıkça, kavramın içeriğinin
“entelektüel tabaka” ve pratiğinin ise “çok güçlü markalar”ın altına
asla in(e)meyeceğini düşünüyorum.
Çevreyi adeta “kendimize hediye
edilmiş bir mal” gibi görme zihniyeti ve lüksünden kurtulabilirsek; doğanın bir parçası olduğumuzu
bir an bile unutmaz ve doğal yaşama zarar veren uygulamalardan vazgeçmezsek;
çevreden faydalanırken atıklarımızla çevreyi kirletmemeyi ilke edinebilirsek;
atıklarımızı tekrar üretim zincirine sokabilirsek.... bindiğimiz dalı
kesmezsek, fasit çembere girmezsek... C2C felsefesi ile yaşamayı bir bütün
olarak becerebilirsek ne ala, yoksa (suya, havaya, toprağa karışacak) kendi
nano atıklarımızla kendi DNA’larımızı bile mutasyona uğratacağız.
Kaynaklar:
(13) http://www.epea.com/
Bu makale Konsept Projeler Dergisi, Mayıs / Haziran 2014 sayısında yayınlanmıştır
Dergi sayfalarını görmek için >>
Özlem Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
@trendssoul
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016