15 Mart 2014 Cumartesi

Tarihsel Süreci İçinde C2C’nin İzini Sürmek -1

Tarihsel Süreci İçinde C2C’nin İzini Sürmek -1

İnsanlığın teknolojik  yolculuğu ateş ve tekerlekle  başladı; sonrası barut ve tüfek...

Yüzlerce değil, binlerce yıllık  uyuşukluk  döneminde insan, tıpkı diğer bütün canlılar gibi, tabiatla bütünleşik yaşadı. Sorgulamadı, eleştirmedi, değiştirmeye çalışmadı. Kabullendi: mutluluk kavramını bilmeden keyfini çıkardı.  Fakat, çoğaldı. Kullandığı doğal kaynaklar  azaldığında üremesini yavaşlatması gerekiyordu, beceremedi; açlık korkusu ile irkildi, uyandı. Bölgesini diğerlerinden koruması veya diğerlerinin bölgesini ele geçirip açlığını gidermesi gerekiyordu. Kılıç, ok, kalkan derken barutla, tüfekle kaynak savaşlarına başladı. Üremeyi durdurmayı hiç düşünmedi, zaten beceremezdi de. Neyse ki mikroplar ara sıra bu işi üstleniyorlardı. Eh, savaşlarla da bilmeden, doğanın en katı kurallarından birini yerine getiriyor, nüfusunu azaltıyordu. Fakat...

İnsan akıllı idi. Artık uyanmıştı: ölmekle öldürmek aynı şey idi, nerede durup nereden baktığına göre değişiyordu sadece. Öldürmeyi reddetti, kabullenemedi, fakat yetmiyordu; çoğalma durmuyorsa öldürmekten / savaştan başka bir yol bulmak zorunda olduğunu gördü. Düşündü, sorguladı, eleştirdi... Gördü ki  çaresi tekti: ya kaynakları arttırmak ya da kaynakları adil bir paylaşımla ortaklaşa kullanmak. İkisini de yaptı, denedi.  Birini hiç beceremedi, ortaklığın kölesi olmak insana göre değildi. Diğerini beceriyor ama  dünyanın yokolması pahasına!.. Kaynaklar arttıkça atıkları da artıyor ve bu sadece insanın değil, bu gidişle bütün bir dünyanın da sonu olacak. Bu ikilemin bir üçüncü ucu yok fakat ikisi de birbirinden beter: ya köle olarak yaşarken ölmek ya da atıklarla birlikte zehirlenerek dünya ile birlikte yok olmak. “Ne siyah ne beyaz!..” sloganlarının insanlığı ve dünyayı kurtaramayacağı gün gibi ortada ve aklın gösterdiği tek bir çözüm var: atık üreten bütün üretim metodlarını terk etmek ve köle olmadan eşitçe paylaşmak. Atık üreten metodları terk edebilmek için, atık üretmeyen metodları  bulmak zorundayız. Atık üretmeyen metodların bulunabilmesi ise, sadece ve sadece “göremediklerimizi görmekle” mümkündür. Çünkü (korumak için) kopyalamak zorunda olduğumuz doğa, hiç atık bırakmadığı yaşam döngüsünde, çıplak gözle göremediğimiz maddeleri ve yolları / metodları kullanıyor.

Tesadüf bu ya, insan, teknolojik yolculuğuna barut ve tüfekle devam ederken, neyse ki bazıları boş durmuyor, neye yarayacağını hiç bilmedikleri bir merak ve heyecanla kaynakların kaynağını, doğayı incelemeye, anlamaya  çalışıyor; hayatlarını (büyük çoğunluğu) hiç karşılık beklemeden bu yolda harcıyorlardı. Gözlerimizin önündeki yıldızlar ile gezegenlerin yanı sıra diğer merak edilen şeylerden biri de, gözlerimizin önünde olmayanlar, görünmeyenler, yani hissedebildiğimiz ve/veya var olmaları gerektiğini düşündüğümüz fakat “göremediklerimiz” idi. Yani, bugünkü dille söyleyecek olursak, makro ve mikro dünya...

İnsan, döktüğü ilk kandan binlerce yıl sonra, milattan önce ikinci yüzyılda, suyun ışığı kırdığını keşfetti (1). Milattan sonra birinci yüzyılda nihayet, kenarları ince ortası kalın camlarla Romalılar, küçük nesneleri büyüterek incelemeye başladılar (günümüzde kullanılan “lens” kelimesi, Latincede mercimek anlamındaki “lentil” den geliyor). Dünyanın ilk  fiziksel optik kitabı, lensin keşfinden 9 yüzyıl sonra  ibn al-Haytham tarafından yazıldı(2). Lenslerin gözlüklerde  ilk kullanılması, Salvino D’Armata (3) ve Rocer Bacon (4) ile oldu. Nihayet, dünyanın ilk mikroskobu, Zacharias Janssen ile babası tarafından, 1590 (1595 de olabilir)  yılında yapıldı (5). Uçlarında lensler bulunan, birbirlerinin içine geçmiş, ileri geri hareket ettirilerek toplam uzunluğu değiştirilebilen 3 tane tüpün / borunun icadı için binlerce senesini verdi insan. Fakat, 15-20 yıl geçmeden ilk teleskopunu yapmayı başardı(6)

Birkaç yüzyıldır kullandığımız  atık üreten teknikler ile zararlarından tamamen habersiz iken, atık kavramının ne olduğunun henüz hiç bilinmediği  zamanlarda insan, hayatın nasıl oluştuğunu merak etti ve bir tanesi, mikroskobun keşfinden yaklaşık 80-90 yıl sonra, kendi elleriyle yaptığı mikroskopla mikroorganizmaları keşfetti (7).  Günümüzde, bu öncü insanların açtığı yolda  ilerleyen bilim, bu mikroorganizmaları kullanarak yosunlar, bitkiler ve çeşitli hammaddelerden “petrol” üretiyor; petrol atıklarını organik maddelere (ve hatta yeniden petrole) dönüştürüyor.
Fakat bu ve buna benzer bilimsel buluşların çok büyük bir çoğunluğu, henüz laboratuar düzeyindeler ve seri üretimleri olmadığı için güncel hayatımıza girebilmiş değilller. Kullanıma hazır olanlar ise, üretimde çok maliyetli dönüşüm bedelleri gerektirdiği için olsa gerek, rekabete dayalı sistemimizde tercih edil(e)miyor. Ya bu üretim teknikleri zorunlu kılınmalı(?) ya da tüketici, maliyet farkını göze alıp bu ürünlere yönelerek üreticiye cesaret vermeli(!).

Sanayi devriminden günümüze, “kaynakları arttırmayı” tercih ederek delicesine üreten insan, doğal yaşamın kırmızı alarm vereceği günleri acaba önceden hiç hesapladı mı, bu bilinmez. Şu bir gerçek ki tükettikçe daha çoğunu talep eden, ürettikçe daha çoğunu üretme  gayreti içine giren insanlar olarak hepimiz bu alarmdan sorumluyuz. Hep birlikte bir kısır döngüye kapılmış, bilinçsizce üretiyor ve tüketiyoruz. Hiç birimizin sahnede sabit bir yeri ve rolü yok: üretici de tüketiyor, tüketici de üretiyor; şikayet edenle ellerini oğuşturan arasında bir fark yok.

 İşte böyle bir ortamda, 80’li yılların sonu, 90’ların başında iken,  Amerikalı Mimar William MC Donough(8) ile  Alman Kimyager Prof Dr. Michael Braungart(9), Cradle of Cradle to Cradle adını verdikleri bir felsefe ile ortaya çıktılar ve insanı / insanlığı uyardılar(10). Tıpkı bütün canlılar gibi, tıpkı tabiattaki her şeyde olduğu gibi, ürünlerin de biyolojik bir yaşam döngüsü olması gerektiğini; ürünlerin geride hiçbir atık bırakmadan tekrar doğaya veya üretime geri dönmemesi halinde dünyanın yaşanmaz olacağını deklare ettiler / ediyorlar. Ürünlerin biyolojik yaşam döngüsüne girebilmelerinin yani “atık=ürün” formülasyonunun (/paradigmasının) hayata geçirilebilmesinin ilk ve vazgeçilemez koşulu, hammaddelerin de organik olmasını ve/veya inorganik hammaddelerin organiğe çevrilebilmelerini gerektirir. Bilimsel önkoşulu bir yana, bu deklarasyonda sosyolojik bir başkalık da var: ürünlerin de tabiatın bir parçası olduğunun / olması gerektiğinin kabulü isteniyor. İnsan o güne kadar ürettiği ve kullandığı her şeyi, kendi dışında bir cisim / inorganik / soğuk ve ruhsuz bir madde / adeta bir “öteki” olarak algılamaya alışmış, değerini sadece para ile ölçerken / para ile alıp satarken; ürüne doğum-yaşam-ölüm döngüsüne tabi bir kimlik yüklemek elbette kolay değil; bu yeni, yepyeni bir paradigma ve her paradigma değişiminde olduğu / olacağı gibi bütün bir sistemin / metodların / kalıpların... yıkılması ve değiştirilmesi gerek.  Öyle ya, “geridönüşüm” adı altında inorganik atıkların yeniden kullanılması, yeni inorganik atıkların da sebebi oluyorsa, inorganik maddeleri hiç üretmemek / kullanmamak gerekmez mi?.. Problem, inorganik maddelerin yerine konulabilecek organik  maddelerin var olup olmadığı ve/veya gerekli organik hammaddelerin üretilip üretilemeyeceği, yani insanın sahip olduğu bilimsel ve teknolojik düzeyin yeterliği... Zaten paradigma aslında bu değişikliği içeriyor, bilime yeni bir hedef koyuyor. Bilim, organik maddeleri inorganik maddelere dönüştürerek hammadde olarak kullanmanın ve ürün ömrünü tamamladıktan sonra, inorganik formun  yeniden organiğe dönüşmesinin yollarını araştırmalıdır.

Cradle to Cradle (C2C) felsefesi, her nekadar kelime anlamı ile “beşikten beşiğe” ise de “organikten organiğe” anlamı ile yüklüdür. Organik bir malzemeden, ağaçtan yapılmış bir beşikle içinde barındırdığı, koruyup kolladığı bebek arasındaki ortak nokta, her ikisinin de biyolojik ve doğaya geri dönecek olmaları değil mi?.. Konseptin fikir sahibi Braungart, insanlığın mevcut üretim sistemlerinde  inorganik (ve geri dönüşümsüz) malzemeler kullanmaya devam etmesi halinde gezegenin bir mezarlığa dönüşeceğini ve geri dönüşüm çabalarının, mezarlığa dönüşmeyi geciktirmekten ve zararı arttırmaktan başka bir işe yaramayacağını söylüyor.   

Cradle to Cradle (C2C) felsefesinin temel amacı, 90’lı yıllarda Chlorofluorocarbon gazının buzdolabı ve klimalarda kullanımının yasaklanmasının çok çok ötelerindedir. Bu felsefe, geleneksel üretim yöntemlerinin (ve hammaddelerinin) tamamen terkedilmesi üzerine kuruludur; buzdolabında kullanılan gazın değiştirilmesinin ötesinde, ekonomik ömrünü bitirmiş bir buzdolabının kendisinin, doğaya asla zarar vermeyen bir yöntemle ve üstelik hiçbir fire vermeden, sıfır atıkla bir başka yeni ürünün hammaddesi olmasını bekler. Bu yanı ile C2C  (bilimsel anlamda çözüm üretilebilmiş alanlarda bile) tekil anlamda bir sanayici için maliyetlidir ve serbest piyasa ekonomisinde rekabet üzerinde ciddi bir baskı / tehdit oluşturur; böyle bir dönüşüm, toplumun (tüketici rolü ile toplumun) tamamen hazır olmadığı bir pazarda, tek bir sanayicinin tek başına göğüslemekten çekineceği kadar risklidir. Bu nedenle C2C, ne üreticiye ve ne de tüketiciye, yasalarla dayatılamaz. C2C bir felsefedir ve temel niteliği, her felsefi düşüncenin kabulünde önkoşul olan gönüllülük ilkesi  üzerine kurulmuş olmasıdır; başarı şansı ise, önkoşul olarak toplumsal bir kabulü gerektirir. Otoriter bir dayatma bu felsefenin ve pazarın sonu olur. Temel koşul, yasa koyucunun iki yönlü tedbir ve teşviklerle bu felsefeyi desteklemesidir:

a) Bu felsefeye uygun üretim yapacaklara getireceği vergi muafiyetleri, hibe yardımlar gibi teşvik vaadleri ile sanayiciye cesaret verirken, eski metodlarla üretime devam edenleri caydıracak hukuki / mali tedbirleri almak,

b) Gerek kendi ve gerek özel sektör ile üniversiteler bünyesindeki araştırma ve geliştirme kuruluşlarına (ARGE) karşılıksız nakit fonlar, araç ve yetişmiş insan (bilimsel kadrolar) tahsis etmek / edilmesini sağlamak.

Cradle to Cradle (C2C)  felsefesi, öncelikli olarak devlet politikalarında yer alması gereken bir zorunluluktur. Öte yandan, toplumsal bir bilinci ve kabulü de gerektirir. İşte bu yönü ile C2C bir toplumsal  trend olarak da kabul edilmek zorundadır (C2C doğrudan bir bilim dalı değildir). Fakat diğer bütün trendlerden çok daha fazlasıdır: insanın dünyadaki ölüm-kalım savaşıdır. İnsan zihniyetindeki en temel kısır görüşü “ailem, evim, işim, aşım” egoizimini kırma trendidir bu.

C2C kendi başına, trendler dünyasında bir paradigmadır. İnorganik trendlerin reddi ve organik trendlerin kabulü anlamında bir kırılma noktasıdır. Trendler artık C2C ’a kadar ve C2C ’dan sonra diye ikiye ayrılacaklardır. Yeni trend “dünyam, dünyam ve dünyam” olacak ve insan: ailesinin, evinin, işinin, aşının, ülkesinin.... her şeyinin devamının sadece ve sadece bu en tepedeki trende uyumluluğu oranında var olabileceğini kabul ve tasdik edecektir. 

C2C deklarasyonundan yaklaşık 10 yıl sonra, 1997 senesinde  “doğal kaynaklar yönetimi” uzmanı / bilim insanı Janine Benyus  “Biomimicry : Innovation Inspired by Nature” adını verdiği (o güne kadar yazmış olduğu) 7.nci kitabı ile yeni paradigmanın ilk çıkışını yaptı(11). 80’li yıllardan beri giderek daha sık kullanılan/görülen “Biomimicry” terimini ilk kez popüler hale getiren bu kitabı ile(12) bütün tasarımcıların dikkatlerini bu konuya çekmeyi başardı.

Gerek C2C ve gerek Biomimicry akımlarını/felsefelerini öncüleyen, biofizik alanında biomedikal mühendislik dalının kurucusu ve “biomimetics” terimini ilk kez kullanan Amerikalı mucit, mühendis ve biofizikçi  Otto Herbert Schmitt(13)  adını anmadan geçmek,  bu yazının “nesnel bir araştırma olmak”  iddiasına büyük gölge düşürür. Doğadan ilham alan / doğayı kopyalayan / atık=besin paradoksunu (C2C: atık eğer besin  ise atık değildir) deklare eden  bütün düşüncelerin ilham kaynağı / kuramcısı / uygulayıcısı / öncüsü, bu büyük bilim insanı / mucittir.

Biomimetics, bütün bilimsel alanlarda kullanılması gereken, farklı birçok bilimsel alanı bir ortak paydada birleştirebilen, çok disiplinli bir yaklaşım / felsefedir. Biyoloji, endüstriyel tasarım, mimarlık, mühendislik gibi teknolojiye bağlı/bağımlı alanlarda olduğu kadar, iş yönetimi gibi sosyal alanlarda dahi çözüm üretilmesinde temel alınabilir / alınmalıdır. Tekrar etmekte fayda var ki  Biomimetics de (C2C gibi) kendi başına bir bilim dalı olmadığı için, çözüme giden yolda bir usul / tarz / biçim / metod / sistem / gereklilik... olarak temel alınmalı yani kendisine süreç içinde  etkin bir rol yüklenmelidir. Örneğin,  Otto Herbert Schmitt’in 1950’li yıllarda deklare ettiği, günümüzde bile halen deneysel düzeyden çok da öteye gidememiş olan “biomimetics”  düşünce biçiminin, Rusya’nın problem çözme biçimi olan “TRIZ” e  uygulabilirliği konusunda yazılmış  bir makalenin(14), bu konularda araştırma yapmak isteyenler  için faydalı olacağına da inanıyorum.  

Bu yazıda C2C hakkında yazılmış -yerli ve yabancı kaynaklı- internet ortamında kolayca bulunabilecek yazıların hiçbirini kullanmadım. Büyük çoğunluğu copy-paste olsalar bile, yeterince açıklayıcı ve doyurucu bilginin (malumatın) kolayca bulunabileceğini, konuyu salt öğrenmek isteyenlere  yeteceğini gördüm. Pratikte uygulanmış ve halen uygulanıyor olan, pazardaki örneklerinden de bu nedenle hiç bahsetmedim. Bu yazıda, C2C’yi bir kavram /fikir / konsept olarak ele almayı ve tarihsel süreç içinde izini sürmeyi tercih ettim. Böyle yaparak, C2C’nin (ismi hariç) birdenbire  ve bir(kaç) kişi tarafından ortaya  atılmadığını; insanlığın ortak bir sorunu olduğunu ve bu soruna karşılık yapabileceği tek bir  tercihinin  olduğunu bu yazının okuruna burada hatırlatmak istedim. Her kim her ne zaman her nasıl dile getirmiş olursa olsun; o kim, o zaman, o şekilde insanlık için konuştu...  

kaynaklar:

(14) http://rsif.royalsocietypublishing.org/content/3/9/471

Bu makale Konsept Projeler Dergisi, Mart / Nisan 2014 sayısında yayınlanmıştır 

Dergi sayfalarını görmek için >>

Özlem Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)

@trendssoul

Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016