Tarihsel Süreci İçinde C2C’nin İzini Sürmek -1
İnsanlığın teknolojik
yolculuğu ateş ve tekerlekle başladı; sonrası barut ve tüfek...
Yüzlerce değil, binlerce
yıllık uyuşukluk döneminde insan, tıpkı diğer bütün canlılar gibi,
tabiatla bütünleşik yaşadı. Sorgulamadı, eleştirmedi, değiştirmeye çalışmadı.
Kabullendi: mutluluk kavramını bilmeden keyfini çıkardı. Fakat, çoğaldı.
Kullandığı doğal kaynaklar azaldığında üremesini yavaşlatması
gerekiyordu, beceremedi; açlık korkusu ile irkildi, uyandı. Bölgesini
diğerlerinden koruması veya diğerlerinin bölgesini ele geçirip açlığını
gidermesi gerekiyordu. Kılıç, ok, kalkan derken barutla, tüfekle kaynak
savaşlarına başladı. Üremeyi durdurmayı hiç düşünmedi, zaten beceremezdi de.
Neyse ki mikroplar ara sıra bu işi üstleniyorlardı. Eh, savaşlarla da bilmeden,
doğanın en katı kurallarından birini yerine getiriyor, nüfusunu azaltıyordu.
Fakat...
İnsan akıllı idi. Artık
uyanmıştı: ölmekle öldürmek aynı şey idi, nerede durup nereden baktığına göre
değişiyordu sadece. Öldürmeyi reddetti, kabullenemedi, fakat yetmiyordu;
çoğalma durmuyorsa öldürmekten / savaştan başka bir yol bulmak zorunda olduğunu
gördü. Düşündü, sorguladı, eleştirdi... Gördü ki çaresi tekti: ya
kaynakları arttırmak ya da kaynakları adil bir paylaşımla ortaklaşa kullanmak.
İkisini de yaptı, denedi. Birini hiç beceremedi, ortaklığın kölesi olmak
insana göre değildi. Diğerini beceriyor ama dünyanın yokolması
pahasına!.. Kaynaklar arttıkça atıkları da artıyor ve bu sadece insanın değil,
bu gidişle bütün bir dünyanın da sonu olacak. Bu ikilemin bir üçüncü ucu yok
fakat ikisi de birbirinden beter: ya köle olarak yaşarken ölmek ya da atıklarla
birlikte zehirlenerek dünya ile birlikte yok olmak. “Ne siyah ne beyaz!..”
sloganlarının insanlığı ve dünyayı kurtaramayacağı gün gibi ortada ve aklın
gösterdiği tek bir çözüm var: atık üreten bütün üretim metodlarını terk etmek
ve köle olmadan eşitçe paylaşmak. Atık üreten metodları terk
edebilmek için, atık üretmeyen metodları bulmak zorundayız. Atık
üretmeyen metodların bulunabilmesi ise, sadece ve sadece “göremediklerimizi
görmekle” mümkündür. Çünkü (korumak için) kopyalamak zorunda olduğumuz doğa,
hiç atık bırakmadığı yaşam döngüsünde, çıplak gözle göremediğimiz maddeleri ve
yolları / metodları kullanıyor.
Tesadüf bu ya, insan,
teknolojik yolculuğuna barut ve tüfekle devam ederken, neyse ki bazıları boş
durmuyor, neye yarayacağını hiç bilmedikleri bir merak ve heyecanla kaynakların
kaynağını, doğayı incelemeye, anlamaya çalışıyor; hayatlarını (büyük
çoğunluğu) hiç karşılık beklemeden bu yolda harcıyorlardı. Gözlerimizin
önündeki yıldızlar ile gezegenlerin yanı sıra diğer merak edilen şeylerden biri
de, gözlerimizin önünde olmayanlar, görünmeyenler, yani hissedebildiğimiz
ve/veya var olmaları gerektiğini düşündüğümüz fakat “göremediklerimiz” idi.
Yani, bugünkü dille söyleyecek olursak, makro ve mikro dünya...
İnsan, döktüğü ilk kandan
binlerce yıl sonra, milattan önce ikinci yüzyılda, suyun ışığı kırdığını
keşfetti (1). Milattan sonra birinci yüzyılda nihayet, kenarları ince ortası
kalın camlarla Romalılar, küçük nesneleri büyüterek incelemeye başladılar
(günümüzde kullanılan “lens” kelimesi, Latincede mercimek anlamındaki “lentil”
den geliyor). Dünyanın ilk fiziksel optik kitabı, lensin keşfinden 9
yüzyıl sonra ibn al-Haytham tarafından yazıldı(2). Lenslerin gözlüklerde
ilk kullanılması, Salvino D’Armata (3) ve Rocer Bacon (4) ile oldu. Nihayet,
dünyanın ilk mikroskobu, Zacharias Janssen ile babası tarafından, 1590 (1595 de
olabilir) yılında yapıldı (5). Uçlarında lensler bulunan, birbirlerinin
içine geçmiş, ileri geri hareket ettirilerek toplam uzunluğu değiştirilebilen 3
tane tüpün / borunun icadı için binlerce senesini verdi insan. Fakat, 15-20 yıl
geçmeden ilk teleskopunu yapmayı başardı(6)
Birkaç yüzyıldır kullandığımız
atık üreten teknikler ile zararlarından tamamen habersiz iken, atık
kavramının ne olduğunun henüz hiç bilinmediği zamanlarda insan, hayatın
nasıl oluştuğunu merak etti ve bir tanesi, mikroskobun keşfinden yaklaşık 80-90
yıl sonra, kendi elleriyle yaptığı mikroskopla mikroorganizmaları keşfetti (7).
Günümüzde, bu öncü insanların açtığı yolda ilerleyen bilim, bu
mikroorganizmaları kullanarak yosunlar, bitkiler ve çeşitli hammaddelerden
“petrol” üretiyor; petrol atıklarını organik maddelere (ve hatta yeniden
petrole) dönüştürüyor.
Fakat bu ve buna benzer
bilimsel buluşların çok büyük bir çoğunluğu, henüz laboratuar düzeyindeler ve
seri üretimleri olmadığı için güncel hayatımıza girebilmiş değilller. Kullanıma
hazır olanlar ise, üretimde çok maliyetli dönüşüm bedelleri gerektirdiği için
olsa gerek, rekabete dayalı sistemimizde tercih edil(e)miyor. Ya bu üretim
teknikleri zorunlu kılınmalı(?) ya da tüketici, maliyet farkını göze alıp bu
ürünlere yönelerek üreticiye cesaret vermeli(!).
Sanayi devriminden günümüze,
“kaynakları arttırmayı” tercih ederek delicesine üreten insan, doğal yaşamın
kırmızı alarm vereceği günleri acaba önceden hiç hesapladı mı, bu bilinmez. Şu
bir gerçek ki tükettikçe daha çoğunu talep eden, ürettikçe daha çoğunu üretme
gayreti içine giren insanlar olarak hepimiz bu alarmdan sorumluyuz. Hep
birlikte bir kısır döngüye kapılmış, bilinçsizce üretiyor ve tüketiyoruz. Hiç
birimizin sahnede sabit bir yeri ve rolü yok: üretici de tüketiyor, tüketici de
üretiyor; şikayet edenle ellerini oğuşturan arasında bir fark yok.
İşte böyle bir ortamda,
80’li yılların sonu, 90’ların başında iken, Amerikalı Mimar William MC
Donough(8) ile Alman Kimyager Prof Dr. Michael Braungart(9), Cradle of Cradle to Cradle adını verdikleri bir felsefe ile
ortaya çıktılar ve insanı / insanlığı uyardılar(10). Tıpkı bütün canlılar gibi,
tıpkı tabiattaki her şeyde olduğu gibi, ürünlerin de biyolojik bir yaşam
döngüsü olması gerektiğini; ürünlerin geride hiçbir atık bırakmadan tekrar
doğaya veya üretime geri dönmemesi halinde dünyanın yaşanmaz olacağını deklare
ettiler / ediyorlar. Ürünlerin biyolojik yaşam döngüsüne girebilmelerinin yani
“atık=ürün” formülasyonunun (/paradigmasının) hayata geçirilebilmesinin ilk ve
vazgeçilemez koşulu, hammaddelerin de organik olmasını ve/veya inorganik
hammaddelerin organiğe çevrilebilmelerini gerektirir. Bilimsel önkoşulu bir
yana, bu deklarasyonda sosyolojik bir başkalık da var: ürünlerin de tabiatın
bir parçası olduğunun / olması gerektiğinin kabulü isteniyor. İnsan o güne
kadar ürettiği ve kullandığı her şeyi, kendi dışında bir cisim / inorganik /
soğuk ve ruhsuz bir madde / adeta bir “öteki” olarak algılamaya alışmış,
değerini sadece para ile ölçerken / para ile alıp satarken; ürüne doğum-yaşam-ölüm döngüsüne tabi bir kimlik yüklemek
elbette kolay değil; bu yeni, yepyeni bir paradigma ve her paradigma
değişiminde olduğu / olacağı gibi bütün bir sistemin / metodların /
kalıpların... yıkılması ve değiştirilmesi gerek. Öyle ya, “geridönüşüm”
adı altında inorganik atıkların yeniden kullanılması, yeni inorganik atıkların
da sebebi oluyorsa, inorganik maddeleri hiç üretmemek / kullanmamak gerekmez
mi?.. Problem, inorganik maddelerin yerine konulabilecek organik
maddelerin var olup olmadığı ve/veya gerekli organik hammaddelerin üretilip
üretilemeyeceği, yani insanın sahip olduğu bilimsel ve teknolojik düzeyin
yeterliği... Zaten paradigma aslında bu değişikliği içeriyor, bilime yeni bir
hedef koyuyor. Bilim, organik maddeleri inorganik maddelere dönüştürerek
hammadde olarak kullanmanın ve ürün ömrünü tamamladıktan sonra, inorganik
formun yeniden organiğe dönüşmesinin yollarını araştırmalıdır.
Cradle to Cradle (C2C) felsefesi, her nekadar
kelime anlamı ile “beşikten beşiğe” ise de “organikten organiğe” anlamı ile
yüklüdür. Organik bir malzemeden, ağaçtan yapılmış bir beşikle içinde
barındırdığı, koruyup kolladığı bebek arasındaki ortak nokta, her ikisinin de
biyolojik ve doğaya geri dönecek olmaları değil mi?.. Konseptin fikir sahibi
Braungart, insanlığın mevcut üretim sistemlerinde inorganik (ve geri
dönüşümsüz) malzemeler kullanmaya devam etmesi halinde gezegenin bir mezarlığa
dönüşeceğini ve geri dönüşüm çabalarının, mezarlığa dönüşmeyi geciktirmekten ve
zararı arttırmaktan başka bir işe yaramayacağını söylüyor.
Cradle to Cradle (C2C) felsefesinin temel
amacı, 90’lı yıllarda Chlorofluorocarbon gazının buzdolabı ve klimalarda
kullanımının yasaklanmasının çok çok ötelerindedir. Bu felsefe, geleneksel
üretim yöntemlerinin (ve hammaddelerinin) tamamen terkedilmesi üzerine
kuruludur; buzdolabında kullanılan gazın değiştirilmesinin ötesinde, ekonomik
ömrünü bitirmiş bir buzdolabının kendisinin, doğaya asla zarar vermeyen bir
yöntemle ve üstelik hiçbir fire vermeden, sıfır atıkla bir başka yeni ürünün hammaddesi olmasını bekler. Bu yanı ile C2C (bilimsel anlamda çözüm
üretilebilmiş alanlarda bile) tekil anlamda bir sanayici için maliyetlidir ve
serbest piyasa ekonomisinde rekabet üzerinde ciddi bir baskı / tehdit
oluşturur; böyle bir dönüşüm, toplumun (tüketici rolü ile toplumun) tamamen
hazır olmadığı bir pazarda, tek bir sanayicinin tek başına göğüslemekten
çekineceği kadar risklidir. Bu nedenle C2C, ne üreticiye ve ne de tüketiciye,
yasalarla dayatılamaz. C2C bir
felsefedir ve temel niteliği, her felsefi düşüncenin kabulünde önkoşul olan gönüllülük ilkesi üzerine
kurulmuş olmasıdır; başarı şansı ise, önkoşul olarak toplumsal bir kabulü
gerektirir. Otoriter bir dayatma bu felsefenin ve pazarın sonu olur. Temel
koşul, yasa koyucunun iki yönlü tedbir ve teşviklerle bu felsefeyi
desteklemesidir:
a) Bu felsefeye uygun üretim
yapacaklara getireceği vergi muafiyetleri, hibe yardımlar gibi teşvik vaadleri
ile sanayiciye cesaret verirken, eski metodlarla üretime devam edenleri
caydıracak hukuki / mali tedbirleri almak,
b) Gerek kendi ve gerek özel
sektör ile üniversiteler bünyesindeki araştırma ve geliştirme kuruluşlarına
(ARGE) karşılıksız nakit fonlar, araç ve yetişmiş insan (bilimsel kadrolar)
tahsis etmek / edilmesini sağlamak.
Cradle to Cradle (C2C) felsefesi, öncelikli
olarak devlet politikalarında yer alması gereken bir zorunluluktur. Öte yandan,
toplumsal bir bilinci ve kabulü de gerektirir. İşte bu yönü ile C2C bir toplumsal trend
olarak da kabul edilmek zorundadır (C2C doğrudan bir bilim dalı değildir). Fakat
diğer bütün trendlerden çok daha fazlasıdır: insanın dünyadaki ölüm-kalım
savaşıdır. İnsan zihniyetindeki en temel kısır görüşü “ailem, evim, işim, aşım”
egoizimini kırma trendidir bu.
C2C kendi başına, trendler
dünyasında bir paradigmadır. İnorganik trendlerin reddi ve organik trendlerin
kabulü anlamında bir kırılma noktasıdır. Trendler artık C2C ’a kadar ve C2C ’dan sonra diye ikiye
ayrılacaklardır. Yeni trend “dünyam, dünyam ve dünyam” olacak ve insan:
ailesinin, evinin, işinin, aşının, ülkesinin.... her şeyinin devamının sadece
ve sadece bu en tepedeki trende uyumluluğu oranında var olabileceğini kabul ve
tasdik edecektir.
C2C deklarasyonundan yaklaşık
10 yıl sonra, 1997 senesinde “doğal kaynaklar yönetimi” uzmanı / bilim
insanı Janine Benyus “Biomimicry
: Innovation Inspired by Nature” adını
verdiği (o güne kadar yazmış olduğu) 7.nci kitabı ile yeni paradigmanın ilk
çıkışını yaptı(11). 80’li yıllardan beri giderek daha sık kullanılan/görülen “Biomimicry” terimini ilk kez popüler hale getiren
bu kitabı ile(12) bütün tasarımcıların dikkatlerini bu konuya çekmeyi başardı.
Gerek C2C ve gerek Biomimicry akımlarını/felsefelerini
öncüleyen, biofizik alanında biomedikal
mühendislik dalının kurucusu
ve “biomimetics” terimini ilk kez kullanan Amerikalı
mucit, mühendis ve biofizikçi Otto Herbert Schmitt(13) adını
anmadan geçmek, bu yazının “nesnel bir araştırma olmak” iddiasına
büyük gölge düşürür. Doğadan ilham alan / doğayı kopyalayan / atık=besin paradoksunu (C2C: atık eğer
besin ise atık değildir) deklare eden bütün düşüncelerin ilham
kaynağı / kuramcısı / uygulayıcısı / öncüsü, bu büyük bilim insanı / mucittir.
Biomimetics,
bütün bilimsel alanlarda kullanılması gereken, farklı birçok bilimsel alanı bir
ortak paydada birleştirebilen, çok disiplinli bir yaklaşım / felsefedir.
Biyoloji, endüstriyel tasarım, mimarlık, mühendislik gibi teknolojiye
bağlı/bağımlı alanlarda olduğu kadar, iş yönetimi gibi sosyal alanlarda dahi
çözüm üretilmesinde temel alınabilir / alınmalıdır. Tekrar etmekte fayda var ki Biomimetics de (C2C gibi) kendi
başına bir bilim dalı olmadığı için, çözüme giden yolda bir usul / tarz / biçim
/ metod / sistem / gereklilik... olarak temel alınmalı yani kendisine süreç
içinde etkin bir rol yüklenmelidir. Örneğin, Otto Herbert Schmitt’in
1950’li yıllarda deklare ettiği, günümüzde bile halen deneysel düzeyden çok da
öteye gidememiş olan “biomimetics” düşünce biçiminin, Rusya’nın problem
çözme biçimi olan “TRIZ” e uygulabilirliği konusunda yazılmış bir
makalenin(14), bu konularda araştırma yapmak isteyenler için faydalı
olacağına da inanıyorum.
Bu yazıda C2C hakkında yazılmış
-yerli ve yabancı kaynaklı- internet ortamında kolayca bulunabilecek yazıların
hiçbirini kullanmadım. Büyük çoğunluğu copy-paste olsalar bile, yeterince açıklayıcı
ve doyurucu bilginin (malumatın) kolayca bulunabileceğini, konuyu salt öğrenmek
isteyenlere yeteceğini gördüm. Pratikte uygulanmış ve halen uygulanıyor
olan, pazardaki örneklerinden de bu nedenle hiç bahsetmedim. Bu yazıda, C2C’yi
bir kavram /fikir / konsept olarak ele almayı ve tarihsel süreç içinde izini
sürmeyi tercih ettim. Böyle yaparak, C2C’nin (ismi hariç) birdenbire ve
bir(kaç) kişi tarafından ortaya atılmadığını; insanlığın ortak bir sorunu
olduğunu ve bu soruna karşılık yapabileceği tek bir tercihinin
olduğunu bu yazının okuruna burada hatırlatmak istedim. Her kim her ne zaman
her nasıl dile getirmiş olursa olsun; o kim, o zaman, o şekilde insanlık için konuştu...
kaynaklar:
(10) http://www.epea.com/
(14)
http://rsif.royalsocietypublishing.org/content/3/9/471
Bu makale Konsept Projeler Dergisi, Mart / Nisan 2014 sayısında yayınlanmıştır
Dergi sayfalarını görmek için >>
Bu makale Konsept Projeler Dergisi, Mart / Nisan 2014 sayısında yayınlanmıştır
Dergi sayfalarını görmek için >>
Özlem Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
@trendssoul
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016