31 Mart 2014 Pazartesi

Tarihsel Süreci İçinde C2C’nin İzini Sürmek -2

DÖNGÜSEL EKONOMİ = C2C / BEŞİKTEN BEŞİĞE = ERDEMLİ DÖNGÜ

Çoğunlukla ekonomik söylemlerde kullanılan, Arapça/Farsça kökenleri  ile  fasit çember, günümüzde  kısır döngü  olarak bilinen kavramın karşıtı/zıt anlamlısı bizim dilimizde hemen hiç kullanılmaz.

Fasit kelimesi  “kötü, bozuk” anlamına gelen arapça kökenli bir sıfattır (1).  Çember (çenber) kelimesinin  bu kavramdaki rolü, “aynı uzaklık ve düzlemdeki noktalar kümesinin oluşturduğu bir eğri” ye gönderme yapmasıdır. Bu eğri, hepimizin bildiği gibi kapalıdır ve (ileri ya da geri) çizgisel hareketlere  izin vermez; sadece düzlemdeki yerini daraltır veya genişletir. Kendi özel koşulları ile eleştirilmedikçe, linear olmayan hareketlerin  iyi  ya da kötü oldukları  önermesi yapılamaz; zıtlık esastan kaynaklanmaz. Kavramın halk arasındaki kullanımında, sosyolojik/kültürel vb.  alanlarda  fasit kelimesi kısır ile karşılanır, monoton bir döngüyü ifade eder  fakat kısır olmak her koşulda fasit (kötü) olmak demek değildir; kötü olan da her zaman kısır olmayabilir (örneğin, doğaya rağmen linear ilerleyen ekonomi). Kavram, sadece ve sadece ekonomik anlamda kullanılıyorsa kısır anlamını alabilir çünkü özellikle azgelişmiş ülkelerin tanımlanmasında, kalkınma serüveninin her defasında başladığı yere geri dönmesi durumunu  ifade eder. 

İngilizce dilinde bu ekonomik kavram, zıddı ile birlikte kullanılıyor. Virtuous circle ve vicious circle olarak birbirlerini zıtlayan bu kavramlarda circle kelimesi “bir döngü biçiminde kendi kendisini besleyen, birbirlerine bağlı/bağımlı parçalardan oluşmuş zincirsel olaylar” anlamına gönderme yapıyor (2). Vicious Circle, dilimizdeki fasit çember  kavramının karşılığı ve vicious kelimesinin tam karşılığı da fasit (kötü;bozuk  ve hatta kusurlu; kötü niyetli; saldırgan fakat  kısır değil). 

Virtuous circle kavramındaki  virtuous kelimesinin anlamı ise “erdemli, faziletli; iffetli, namuslu”.  İşte bu kavramın (Virtuous circle: erdemli dönüşüm) gündelik dilimizde kullanılan doğrudan (ve herhangi bir) yeri, karşılığı yok. Ekonomik ağırlıklı bu kavramı  diğerinde olduğu gibi, sosyal/kültürel ve benzeri alanlarda, halk arasında/dilinde hiç kullanmıyoruz; daha ötesi hiç bilmiyoruz.  Oysa ki dilimize ve bilincimize giderek yerleşen sürdürülebilirlik   (sustainability) ile Beşikten Beşiğe (Cradle to Cradle) kavramlarının kökeni, bu virtuous circle (erdemli döngü) içinde yatıyor, hatta tam da kendisi. Hal böyle ama,  diğeri/zıddı  gibi sosyo- kültürel alanımıza indiremediğimiz bu kavramın içeriği, bize hiçbir şey ifade etmiyor. Yabancılaşıyor ve/veya ötekileşiyor de diyemeyiz çünkü ancak tanınan ve bilinen kavramlar/şeyler dönüşebilirler; farkında olmadıklarımız  ise bizim için “yok” hükmündedir.

Dünyamız (ve hatta/belki de kainat) erdemli döngü  sürdürüyor. Bir parçası olarak biz insanlar, bu döngüyü kötüleştirmek için (farkında olmadan?) elimizden geleni yaptık. Yüzlerce yıl yaptık;  özellikle sanayi devriminden sonra, 18.nci yüzyılın ikinci yarısından sonra yaptıklarımız, insanlık tarihinde nasıl yer alacak, gelecek nesillerce nasıl yorumlanacak,  tahmin etmek zor. Problemlerini çözmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için doğayı ve doğadaki canlıları, sistemleri, elemanları...  kopya etmesi (biomimetics , biomimicry) gerektiğinin bilincine asırlar önce varan insan, kendisinin de doğanın bir parçası olduğunu ve kopyalarken doğanın üretim yöntemlerindeki döngüsel özelliğini  de örnek alması gerektiğini ya çok geç farketti ya da bilimsel / teknolojik yetersizliği nedeniyle görmezden gelmek zorunda kaldı. Bu sorunun cevabını en güzel şekilde gelecek kuşaklar verecekler.

Bildiğimiz ilk biomimicry örneklerinden biri,  Leonardo da Vinci (1452-1519) tarafından, kuşların nasıl uçabildikleri konusunda yapılan anatomik araştırmalardır. Hiçbir zaman uçamamış olsa da, tarihteki ilk “uçan  makina” çizimleri O’na aittir. Hezârfen Ahmed Çelebi (1609 - 1640), 17. yüzyılda Osmanlı'da yaşamış Müslüman Türk bilginidir ve kendi geliştirdiği takma kanatlarla (1623-1640 yılları arasında) uçmayı başaran ilk insan olmuştur. Gerek Leonardo da Vinci ve gerekse Hezarfen Ahmed Çelebi’nin, uçma konusunda  deneyler yapmış,  10. yüzyıl Müslüman Türk alimlerinden İsmail Cevheri'den ilham aldıkları söylenir(3).

İlk uçan makinayı (1903) yapan Wright kardeşler de güvercinleri gözlemleyerek aldıkları ilhamla bu ilki başarabildiler. Öncesi ve sonrasındaki pek çok örneği bir kenara bırakırsak, biomimicry / biomimetics alanındaki en önemli buluşlardan birinin, spor, sağlık, savunma sanayi, nanoteknoloji alanlarında çığır açan, gecko isimli hayvanın ayaklarındaki yapışma yeteğinin 2002 yılında keşfi ve kopya edilebilmesi olduğunu söyleyebiliriz (4). Adını ilk kez (1950’li yıllarda) Otto Herbert Schmitt (5) koymuş olsa da insanoğlu,  biomimicry / biomimetics(6)  kelimesi ile kavramlaştırılan “biyolojik yapısal özellikleri teknolojik alanda kopyalamak” eylemini, medeniyet yolculuğuna başladığı ilk günden beri yaptı, yapacak.

Dünyamızdaki doğal hayat, “erdemli döngü”nün en mükemmel örneğidir. O kadar mükemmel ve o kadar erdemlidir ki bir timsahın gözyaşları bile atık değildir; arılar, kelebekler ve diğer böcekler bu gözyaşlarını içerler (7) İnsan, bu döngüde hergün yeni bir şey keşfediyor fakat neden bu döngüdeki mucizeleri teker teker kopyalamaya çalışırken, bu döngünün en temel özelliği olan erdemini görmezden geliyor?

Atıkların, kabul edilebilir düzeylere kadar azaltılması yolunda ilk adım, 1965 senesinde Amerikan Kongresi’nde kabul edilen “The Solid Waste Disposal Act (SWDA)” kanunudur (8). Avrupa kıtasında ise atıklar konusu, İsviçreli mimar Walter Stahel (9) ile Genevieve Reday tarafından yazılan ve Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’na 1976 yılında sunulan bir araştırma raporunda, ilk kez dile getirildi.  ‘The Potential for Substituting Manpower for Energy’ isimli bu raporda yazarlar, circular economy (döngüsel ekonomi) adını verdikleri bir taslak ekonomi modeli üzerinden iş yaratma, ekonomik rekabet, kaynakların korunması, atıkların önlenmesi konusundaki öngörülerini dile getirdiler. Bu rapor, 1982 senesinde ”Jobs for Tomorrow, the Potential for Substituting Manpower for Energy” adıyla bir kitap olarak yayımlandı. Günümüzde bu faktörler, sürdürülebilir kalkınmanın 3 temel direğine gönderme yapıyorlar: ekolojik, ekonomik ve sosyal uyumluluk (10). 

1987 yılında yayımlanan “Economic Strategies of Durability – longer product-life of goods as waste prevention strategy” isimli raporlarında yazarlar, circular economy  içindeki ekonomik aktörlerin, throughput economy (birim zamanda üretilmiş şeylerin/işlerin miktarını temel alan, çizgisel ekonomi)  içindeki rakiplerinden daha yüksek karlılıklara ulaşabileceklerini kanıtladılar.

Bu rapora bir tepki olarak 1987 yılında bazı uzmanlar, varolan ekonomik model  (throughput economy / linear economic model) ile uyumlu olmasının  da avantajını kullanarak, ürün sorumluluğu ilkesini temel alan,   from cradle to grave (beşikten mezara) ismini verdikleri bir modeli,  circular (loop) economy  modeline alternatif olarak öne sürdüler. Stahel, gerçekten sürdürülebilir çözümün, cradle back to cradle modelinde gösterdikleri  şekilde, kendisini  tekrar eden, yenileyen dayanıklı ürünler ile  olabileceğini ısrarla savundu.  Bu tartışmaların olduğu dönemlerde Stahel, kendisini destekleyen Michael Braungart isimli bir kimyager ile Almanya’da çeşitli konferanslarda bir araya geldi  ve akıntıya karşı kürek çektikleri durumlarını tartıştılar (10)  

Michael Braungart,  1958 doğumlu bir Alman kimyagerdir (11).  1985 senesinde Hannover Üniversitesinde PhD’sini tamamladıktan sonra,  Greenpeace (12)  bünyesinde daha önceden  kendi kurmuş olduğu Greenpeace Chemistry’nin (Greenpeace Kimya Departmanı) liderliğini yüklendi.   1987’de Hamburg’da, Greenpeace Chemistry bünyesinde EPEA’yı (the Environmental Protection Encouragement Agency) kurdu (13) .

Bir yıl sonra, 1988 senesinde EPEA, Greenpeace bünyesinden ayrıldı. Ürünlerin ve sistemlerin tasarımında biomimetic  yaklaşımı öngören Cradle to Cradle Design (14) modelini  tanıtmak, yaymak, uygulamak,  EPEA’nın temel kuruluş amacı idi ve bugün kar amacı gütmeyen bir kuruluş olarak faaliyetini sürdürüyor. Cradle to Cradle,  McDonough Braungart Design Chemistry (MBDC) danışmanlık şirketi adına tescilli ticari bir markadır.  2002 yılında Braungard ve Amerikalı mimar William McDonough, “Cradle to Cradle: Remaking the Way We Make Things”  isimli bir kitap, cradle to cradle design modelinin hayata nasıl geçirilebileceğinin özgün detaylarını veren bir manifesto yayımladılar.

İnsanlık tarihinde yapılan küçük ve basit bir araştırma, yaşam kalitesini yükseltmek ve problemlerini çözmek konusunda insanın, henüz bilimsel, teknolojik düzeyinin çok düşük olduğu zamanlarda bile, doğayı incelemesi/taklit etmesi/örnek alması gerektiğinin  idrakinde olduğunu  gösteriyor.  Üretim yol ve yöntemlerinin doğanınkilerle birebir aynı olması elbette imkansız; bunun böyle olabilmesini ummak bile hayallerin ötesine geçer.  Fakat hiç değilse üretimini, bilimsel ve teknolojik yeterliği oranında da olsa,  Erdemli Döngü prensipleri içinde yapması gerektiğini  idrak etmesi, neden bu kadar gecikti? Traji-komik olan ise, bu idrakin bile henüz teorik alanda kaldığı, pratiği için bir avuç gönüllü kişi ve kuruluşun adeta çırpınıyor olması. “Gerekli hammaddelerin elde edilmesinden, üretim yol ve yöntemlerinin uygulanışına kadar olan bütün aşamalarda doğaya karşı bir saygısızlık, hoyratça bir saldırı var” cümlesini okuyacak herhangi birinin aklına ilk gelecek şey,  herhangi bir sanayi kuruluşu olacaktır ama asla ve asla, kendisi olmayacaktır. Plastik, kağıt, cam, metal... evsel atıklarını ayrı ayrı paketlemeyen, dişlerini fırçalarken musluğu kapatmayan bir insanın, tipik ve sadece insana özgü bir savunma mekanizmasıdır bu cümleye vereceği tepki: ben değil, o!..

Hem türdeşlerine, hem diğer bütün canlılara ve hem de bütün bir doğaya düşman olan tek yaratık insandır. Bu genetik yapısından dolayıdır ki Erdemli Döngü prensipleri içinde hayat sürmesi neredeyse imkansızdır. Böyle bir hayat tarzına çağrışım yapan kavramları bile görmezden gelir, dışlar, hiç kullanmaz. Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki toplumlar, kullandıkları ortak dildeki kelimeler ve kavramlar ile tanımlanabilirler; insanlığı bir bütün olarak değerlendirmenin de bir yoludur bu. Neredeyse hiçbir toplumda, sosyo-kültürel hayata inmemiş bir kavramın içeriğinin, sadece  ve sadece ekonomi ile içli dışlı olmak zorunda kalan sermaye sahiplerinden bekleniyor olması da insana özgü tipik bir (paradoksal) bencillik örneğidir bu anlamda.

Cradle to Cradle felsefesi,    ekonomik alandaki  vicious circle (kötü döngü) karşısında bir duruş / direnç  sergiler. Ekonomik alandaki oyun kurucuların Erdemli Döngü  hareketine katılmalarını teşvik eder.  Ancak, teorik alanda değilse de pratikte,  piramidin tepesine yönelik bir teşviktir / söylemdir / felsefedir ve (bana) toplumsal değişimi yukardan aşağı doğru dizayn etmeyi amaçlıyor görüntüsü verir. Tarih göstermiştir ki bu imkansız bir çabadır, bütün örnekleri tarihin karanlık sayfalarına gömülüp kalmışlardır. Genel anlamda tarihi incelemeye bile gerek yok; sadece Cradle to Cradle felsefesinin doğuşundan günümüze izini sürmek bile bu tezi doğrular: aradan geçen bunca zamana rağmen, tüketicinin bilincine yerleştiği iddia edilemez.   

Sanayi Devrimi’nin 1750’de değil, 1800 senesinde başladığını varsaysak bile, benim izini sürebildigim ilk  Erdemli Döngü  hareketi (Amerikan Kongresinden geçen 1965 tarihli yasayı bir kenara bırakırsak)  1976 senesindeki bir araştırma raporu ile başlıyor: tam 176 yıl sonra!. Üstelik, hareketin başlamasından bugüne, neredeyse 38 yıl geçmiş. O gün doğmuş olanlar, bugün orta yaşa gelmiş, çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Hareketin kurucuları da halen yaşıyor.  Bir ömür verdikleri circular economy (loop economy) modelinin, bugün bilindiği şekli ile cradle to cradle felsefesinin, insanlık bilincindeki yerini sorguladıklarında neler hissettiklerini düşünmek bile istemiyorum.  

ABD ve Avrupa Birliği ülkelerindeki tüketicinin bilincinde bir şeylerin kıpırdadığı, hareketlendiği, değişmeye başladığı mutlak fakat belli ki yeterli değil. Hareketin (dünya ölçeğinde) aşağıdan başlaması lazım fakat entelektuel kesimin bile büyük bir çoğunluğu bunun farkında değil ya da umursamıyor. Çünkü bu hareket (halkın dışında) salt devletler (ve holdingler) arasında ekonomik bir trend olarak görülüyor. Hatta, bu felsefeden “ikinci sanayi devrimi” diye bahsediliyor. Bir trend olduğu kabul edilebilir; C2C’den önce ve C2C’den sonra diye kategorik bir ayrım bile söz konusu edilebilir fakat bu haliyle asla bir (2.) sanayi devrimi değil; olmadığı konusundaki temel çelişkilerini şöylece (ve kısaca) açıklamak mümkün: 
  
(Birinci!.) Sanayi Devrimi, insana (halka) rağmen (halk için) yapıldı; devlet öncülüğünde, devlet teşvikleri ile yapılan planlı bir hareket (bir süreç) idi. O dönemde İngiltere’de yaşayan insanların hayatları altüst oldu, sosyal patlamalar yaşandı. Bir nesil acı çekti fakat (devrimin) planlaması mükemmeldi: sonuçta insan(lık) kazandı. İnsana rağmen başla(tıl)mıştı ama aslında insana karşı değildi; o günlerde hiç  hesaba katılmayan doğaya karşı idi. Doğanın  “gerçek kaybeden” olduğunu ise, ancak bugün anlıyoruz: devrimlerin karekteridir bu, win-lose sistemleridir devrimler ve sonsuza kadar sür(e)mezler.  

Fakat şimdi, günümüzde doğa, kendi hayat damarları kurudukça bizimkini de kurutuyor, intikamını alıyor; hem doğanın ve hem de insanlığın, her iki tarafın da kaybettiği kısır bir süreç yaşıyoruz. C2C bu bağlamda bir (2. endüstriyel)  devrim olamaz çünkü C2C halka rağmen (karşı) değildir: başlangıcında halkın (bir neslin) bir bedel ödemesi gerekmez. Tam tersine, devlet öncülüğünde, devlet teşvikleri ile fakat halkın gönüllü birlikteliği ile  yapılmak zorunluğu vardır; “halk için, halka rağmen” değildir. C2C doğaya da karşı değildir, “doğa için” dir; kaybedene uzatılan bir barış elidir, bir “özür” dür. Bu bağlamda C2C bir devrim olamaz çünkü kaybeden taraf yoktur,  çünkü her iki tarafın da kazanmasını amaçlar: C2C  kazan-kazan (win-win) felsefesi ile ( insan ile doğa arasında)  bir barış çağrısıdır.

C2C, insanın tekerleği bulması gibi, tarihinde çığır açacak bir buluş değildir; Amerika’nın keşfi de değildir. Endüstride  yepyeni bir çığır açan nanoteknoloji bilimi hiç değildir. Grafen denilen malzemenin üretilmesi ve endüstride kullanılmaya başlanması bir devrimdir; yarınlarda quantum bilgisayarların üretilmeye başlanması ile (endüstriyel) devrimlerin en büyüğünü görecek insanlık. Hangi bağlamda ele alınırsa alınsın, C2C bir devrim değildir, bir “uyanış” tır.  

C2C (halkın dışında) salt devletler (ve holdingler) arasında ekonomik bir trend olarak görülüyor ya, hal böyle olunca, ekonomik alandaki oyun kurucular  (devlet / sermaye sahipleri / ARGE kurumları... )  değişim dinamikleri olarak algılanıyor ve entelektuel  kesim, kendi içinde konunun sohbeti ile yetinirken halk (ın bilinçli kesimi)  beklemeye geçiyor, talep baskısı yarat(a)mıyor.  Oysa ki devlet otoritesi böyle bir ekonomik modeli tepeden kanunlarla bastıramaz; teşvik edebilir ve gerekli tedbirleri alabilir ancak. Ekonominin içinde, üretim zincirinde yer alan oyuncular, bir bütün halinde ve anlaşarak  dönüşümü başlatmak isteseler bile, sermayeden talebe, bilimsel/teknolojik yetersizliğe kadar birçok engelle karşılaşırlar. Ürünlerinin imalatı için (bilimsel/teknolojik) alt yapısı hazır ve yeterli olanlar arasında, teker teker uygulamaya geçmeye  karar verenler ise ilk dönüşüm maliyetlerini ürünlerinin fiyatlarına yansıtamazlar çünkü pazardaki rekabette, talep yetersizliği nedeniyle  çok zorlanırlar ( ya da biterler). Kurumları da insanlar gibi yaşayan organizmalar olarak kabul ediyorsak (circular economy modelinde ispatlandığı üzere uzun dönemde karlılığa geçecekleri kesin olsa da) neden bir trend(!) uğruna  riske girsinler?  
  
Amerika ve Avrupa ülkelerini biraz gözlemlemek bile (bana) gösteriyor ki Circular Economy ya da Cradle to Cradle,  adını ne koyarsak koyalım, genel analizde  bu felsefe toplumun en alt katmanlarında kabul görmedikçe, bir arpa boyu bile yol alamayacak, hep teoride kalacak. Kendi ülkemizde ise bu felsefeyi,  topluma C2C  ismi ile anlatabilmenin / kabul ettirebilmenin çok zor ve hatta imkansız olacağını düşünüyorum.

Burada ve her yerde, beşikten başlayarak insanları erdemli yaşam döngüsü içinde doğayla barışık, bütünleşik bir hayat sürmeye ikna edemedikçe;  bu yolda talep baskısı oluşturmaları gerektiğine inandıramadıkça,  kavramın içeriğinin “entelektüel tabaka”  ve pratiğinin ise “çok güçlü markalar”ın altına asla  in(e)meyeceğini düşünüyorum. 

Çevreyi adeta “kendimize hediye edilmiş bir mal” gibi görme zihniyeti ve lüksünden  kurtulabilirsek; doğanın bir parçası olduğumuzu bir an bile unutmaz ve doğal yaşama zarar veren uygulamalardan vazgeçmezsek; çevreden faydalanırken atıklarımızla çevreyi kirletmemeyi ilke edinebilirsek; atıklarımızı tekrar üretim zincirine sokabilirsek.... bindiğimiz dalı kesmezsek, fasit çembere girmezsek... C2C felsefesi ile yaşamayı bir bütün olarak becerebilirsek ne ala, yoksa (suya, havaya, toprağa karışacak) kendi nano atıklarımızla kendi DNA’larımızı bile mutasyona uğratacağız.

Kaynaklar:


Bu makale Konsept Projeler Dergisi, Mayıs / Haziran 2014 sayısında yayınlanmıştır

Dergi sayfalarını görmek için >>

Özlem  Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)

@trendssoul

Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016

15 Mart 2014 Cumartesi

Tarihsel Süreci İçinde C2C’nin İzini Sürmek -1

Tarihsel Süreci İçinde C2C’nin İzini Sürmek -1

İnsanlığın teknolojik  yolculuğu ateş ve tekerlekle  başladı; sonrası barut ve tüfek...

Yüzlerce değil, binlerce yıllık  uyuşukluk  döneminde insan, tıpkı diğer bütün canlılar gibi, tabiatla bütünleşik yaşadı. Sorgulamadı, eleştirmedi, değiştirmeye çalışmadı. Kabullendi: mutluluk kavramını bilmeden keyfini çıkardı.  Fakat, çoğaldı. Kullandığı doğal kaynaklar  azaldığında üremesini yavaşlatması gerekiyordu, beceremedi; açlık korkusu ile irkildi, uyandı. Bölgesini diğerlerinden koruması veya diğerlerinin bölgesini ele geçirip açlığını gidermesi gerekiyordu. Kılıç, ok, kalkan derken barutla, tüfekle kaynak savaşlarına başladı. Üremeyi durdurmayı hiç düşünmedi, zaten beceremezdi de. Neyse ki mikroplar ara sıra bu işi üstleniyorlardı. Eh, savaşlarla da bilmeden, doğanın en katı kurallarından birini yerine getiriyor, nüfusunu azaltıyordu. Fakat...

İnsan akıllı idi. Artık uyanmıştı: ölmekle öldürmek aynı şey idi, nerede durup nereden baktığına göre değişiyordu sadece. Öldürmeyi reddetti, kabullenemedi, fakat yetmiyordu; çoğalma durmuyorsa öldürmekten / savaştan başka bir yol bulmak zorunda olduğunu gördü. Düşündü, sorguladı, eleştirdi... Gördü ki  çaresi tekti: ya kaynakları arttırmak ya da kaynakları adil bir paylaşımla ortaklaşa kullanmak. İkisini de yaptı, denedi.  Birini hiç beceremedi, ortaklığın kölesi olmak insana göre değildi. Diğerini beceriyor ama  dünyanın yokolması pahasına!.. Kaynaklar arttıkça atıkları da artıyor ve bu sadece insanın değil, bu gidişle bütün bir dünyanın da sonu olacak. Bu ikilemin bir üçüncü ucu yok fakat ikisi de birbirinden beter: ya köle olarak yaşarken ölmek ya da atıklarla birlikte zehirlenerek dünya ile birlikte yok olmak. “Ne siyah ne beyaz!..” sloganlarının insanlığı ve dünyayı kurtaramayacağı gün gibi ortada ve aklın gösterdiği tek bir çözüm var: atık üreten bütün üretim metodlarını terk etmek ve köle olmadan eşitçe paylaşmak. Atık üreten metodları terk edebilmek için, atık üretmeyen metodları  bulmak zorundayız. Atık üretmeyen metodların bulunabilmesi ise, sadece ve sadece “göremediklerimizi görmekle” mümkündür. Çünkü (korumak için) kopyalamak zorunda olduğumuz doğa, hiç atık bırakmadığı yaşam döngüsünde, çıplak gözle göremediğimiz maddeleri ve yolları / metodları kullanıyor.

Tesadüf bu ya, insan, teknolojik yolculuğuna barut ve tüfekle devam ederken, neyse ki bazıları boş durmuyor, neye yarayacağını hiç bilmedikleri bir merak ve heyecanla kaynakların kaynağını, doğayı incelemeye, anlamaya  çalışıyor; hayatlarını (büyük çoğunluğu) hiç karşılık beklemeden bu yolda harcıyorlardı. Gözlerimizin önündeki yıldızlar ile gezegenlerin yanı sıra diğer merak edilen şeylerden biri de, gözlerimizin önünde olmayanlar, görünmeyenler, yani hissedebildiğimiz ve/veya var olmaları gerektiğini düşündüğümüz fakat “göremediklerimiz” idi. Yani, bugünkü dille söyleyecek olursak, makro ve mikro dünya...

İnsan, döktüğü ilk kandan binlerce yıl sonra, milattan önce ikinci yüzyılda, suyun ışığı kırdığını keşfetti (1). Milattan sonra birinci yüzyılda nihayet, kenarları ince ortası kalın camlarla Romalılar, küçük nesneleri büyüterek incelemeye başladılar (günümüzde kullanılan “lens” kelimesi, Latincede mercimek anlamındaki “lentil” den geliyor). Dünyanın ilk  fiziksel optik kitabı, lensin keşfinden 9 yüzyıl sonra  ibn al-Haytham tarafından yazıldı(2). Lenslerin gözlüklerde  ilk kullanılması, Salvino D’Armata (3) ve Rocer Bacon (4) ile oldu. Nihayet, dünyanın ilk mikroskobu, Zacharias Janssen ile babası tarafından, 1590 (1595 de olabilir)  yılında yapıldı (5). Uçlarında lensler bulunan, birbirlerinin içine geçmiş, ileri geri hareket ettirilerek toplam uzunluğu değiştirilebilen 3 tane tüpün / borunun icadı için binlerce senesini verdi insan. Fakat, 15-20 yıl geçmeden ilk teleskopunu yapmayı başardı(6)

Birkaç yüzyıldır kullandığımız  atık üreten teknikler ile zararlarından tamamen habersiz iken, atık kavramının ne olduğunun henüz hiç bilinmediği  zamanlarda insan, hayatın nasıl oluştuğunu merak etti ve bir tanesi, mikroskobun keşfinden yaklaşık 80-90 yıl sonra, kendi elleriyle yaptığı mikroskopla mikroorganizmaları keşfetti (7).  Günümüzde, bu öncü insanların açtığı yolda  ilerleyen bilim, bu mikroorganizmaları kullanarak yosunlar, bitkiler ve çeşitli hammaddelerden “petrol” üretiyor; petrol atıklarını organik maddelere (ve hatta yeniden petrole) dönüştürüyor.
Fakat bu ve buna benzer bilimsel buluşların çok büyük bir çoğunluğu, henüz laboratuar düzeyindeler ve seri üretimleri olmadığı için güncel hayatımıza girebilmiş değilller. Kullanıma hazır olanlar ise, üretimde çok maliyetli dönüşüm bedelleri gerektirdiği için olsa gerek, rekabete dayalı sistemimizde tercih edil(e)miyor. Ya bu üretim teknikleri zorunlu kılınmalı(?) ya da tüketici, maliyet farkını göze alıp bu ürünlere yönelerek üreticiye cesaret vermeli(!).

Sanayi devriminden günümüze, “kaynakları arttırmayı” tercih ederek delicesine üreten insan, doğal yaşamın kırmızı alarm vereceği günleri acaba önceden hiç hesapladı mı, bu bilinmez. Şu bir gerçek ki tükettikçe daha çoğunu talep eden, ürettikçe daha çoğunu üretme  gayreti içine giren insanlar olarak hepimiz bu alarmdan sorumluyuz. Hep birlikte bir kısır döngüye kapılmış, bilinçsizce üretiyor ve tüketiyoruz. Hiç birimizin sahnede sabit bir yeri ve rolü yok: üretici de tüketiyor, tüketici de üretiyor; şikayet edenle ellerini oğuşturan arasında bir fark yok.

 İşte böyle bir ortamda, 80’li yılların sonu, 90’ların başında iken,  Amerikalı Mimar William MC Donough(8) ile  Alman Kimyager Prof Dr. Michael Braungart(9), Cradle of Cradle to Cradle adını verdikleri bir felsefe ile ortaya çıktılar ve insanı / insanlığı uyardılar(10). Tıpkı bütün canlılar gibi, tıpkı tabiattaki her şeyde olduğu gibi, ürünlerin de biyolojik bir yaşam döngüsü olması gerektiğini; ürünlerin geride hiçbir atık bırakmadan tekrar doğaya veya üretime geri dönmemesi halinde dünyanın yaşanmaz olacağını deklare ettiler / ediyorlar. Ürünlerin biyolojik yaşam döngüsüne girebilmelerinin yani “atık=ürün” formülasyonunun (/paradigmasının) hayata geçirilebilmesinin ilk ve vazgeçilemez koşulu, hammaddelerin de organik olmasını ve/veya inorganik hammaddelerin organiğe çevrilebilmelerini gerektirir. Bilimsel önkoşulu bir yana, bu deklarasyonda sosyolojik bir başkalık da var: ürünlerin de tabiatın bir parçası olduğunun / olması gerektiğinin kabulü isteniyor. İnsan o güne kadar ürettiği ve kullandığı her şeyi, kendi dışında bir cisim / inorganik / soğuk ve ruhsuz bir madde / adeta bir “öteki” olarak algılamaya alışmış, değerini sadece para ile ölçerken / para ile alıp satarken; ürüne doğum-yaşam-ölüm döngüsüne tabi bir kimlik yüklemek elbette kolay değil; bu yeni, yepyeni bir paradigma ve her paradigma değişiminde olduğu / olacağı gibi bütün bir sistemin / metodların / kalıpların... yıkılması ve değiştirilmesi gerek.  Öyle ya, “geridönüşüm” adı altında inorganik atıkların yeniden kullanılması, yeni inorganik atıkların da sebebi oluyorsa, inorganik maddeleri hiç üretmemek / kullanmamak gerekmez mi?.. Problem, inorganik maddelerin yerine konulabilecek organik  maddelerin var olup olmadığı ve/veya gerekli organik hammaddelerin üretilip üretilemeyeceği, yani insanın sahip olduğu bilimsel ve teknolojik düzeyin yeterliği... Zaten paradigma aslında bu değişikliği içeriyor, bilime yeni bir hedef koyuyor. Bilim, organik maddeleri inorganik maddelere dönüştürerek hammadde olarak kullanmanın ve ürün ömrünü tamamladıktan sonra, inorganik formun  yeniden organiğe dönüşmesinin yollarını araştırmalıdır.

Cradle to Cradle (C2C) felsefesi, her nekadar kelime anlamı ile “beşikten beşiğe” ise de “organikten organiğe” anlamı ile yüklüdür. Organik bir malzemeden, ağaçtan yapılmış bir beşikle içinde barındırdığı, koruyup kolladığı bebek arasındaki ortak nokta, her ikisinin de biyolojik ve doğaya geri dönecek olmaları değil mi?.. Konseptin fikir sahibi Braungart, insanlığın mevcut üretim sistemlerinde  inorganik (ve geri dönüşümsüz) malzemeler kullanmaya devam etmesi halinde gezegenin bir mezarlığa dönüşeceğini ve geri dönüşüm çabalarının, mezarlığa dönüşmeyi geciktirmekten ve zararı arttırmaktan başka bir işe yaramayacağını söylüyor.   

Cradle to Cradle (C2C) felsefesinin temel amacı, 90’lı yıllarda Chlorofluorocarbon gazının buzdolabı ve klimalarda kullanımının yasaklanmasının çok çok ötelerindedir. Bu felsefe, geleneksel üretim yöntemlerinin (ve hammaddelerinin) tamamen terkedilmesi üzerine kuruludur; buzdolabında kullanılan gazın değiştirilmesinin ötesinde, ekonomik ömrünü bitirmiş bir buzdolabının kendisinin, doğaya asla zarar vermeyen bir yöntemle ve üstelik hiçbir fire vermeden, sıfır atıkla bir başka yeni ürünün hammaddesi olmasını bekler. Bu yanı ile C2C  (bilimsel anlamda çözüm üretilebilmiş alanlarda bile) tekil anlamda bir sanayici için maliyetlidir ve serbest piyasa ekonomisinde rekabet üzerinde ciddi bir baskı / tehdit oluşturur; böyle bir dönüşüm, toplumun (tüketici rolü ile toplumun) tamamen hazır olmadığı bir pazarda, tek bir sanayicinin tek başına göğüslemekten çekineceği kadar risklidir. Bu nedenle C2C, ne üreticiye ve ne de tüketiciye, yasalarla dayatılamaz. C2C bir felsefedir ve temel niteliği, her felsefi düşüncenin kabulünde önkoşul olan gönüllülük ilkesi  üzerine kurulmuş olmasıdır; başarı şansı ise, önkoşul olarak toplumsal bir kabulü gerektirir. Otoriter bir dayatma bu felsefenin ve pazarın sonu olur. Temel koşul, yasa koyucunun iki yönlü tedbir ve teşviklerle bu felsefeyi desteklemesidir:

a) Bu felsefeye uygun üretim yapacaklara getireceği vergi muafiyetleri, hibe yardımlar gibi teşvik vaadleri ile sanayiciye cesaret verirken, eski metodlarla üretime devam edenleri caydıracak hukuki / mali tedbirleri almak,

b) Gerek kendi ve gerek özel sektör ile üniversiteler bünyesindeki araştırma ve geliştirme kuruluşlarına (ARGE) karşılıksız nakit fonlar, araç ve yetişmiş insan (bilimsel kadrolar) tahsis etmek / edilmesini sağlamak.

Cradle to Cradle (C2C)  felsefesi, öncelikli olarak devlet politikalarında yer alması gereken bir zorunluluktur. Öte yandan, toplumsal bir bilinci ve kabulü de gerektirir. İşte bu yönü ile C2C bir toplumsal  trend olarak da kabul edilmek zorundadır (C2C doğrudan bir bilim dalı değildir). Fakat diğer bütün trendlerden çok daha fazlasıdır: insanın dünyadaki ölüm-kalım savaşıdır. İnsan zihniyetindeki en temel kısır görüşü “ailem, evim, işim, aşım” egoizimini kırma trendidir bu.

C2C kendi başına, trendler dünyasında bir paradigmadır. İnorganik trendlerin reddi ve organik trendlerin kabulü anlamında bir kırılma noktasıdır. Trendler artık C2C ’a kadar ve C2C ’dan sonra diye ikiye ayrılacaklardır. Yeni trend “dünyam, dünyam ve dünyam” olacak ve insan: ailesinin, evinin, işinin, aşının, ülkesinin.... her şeyinin devamının sadece ve sadece bu en tepedeki trende uyumluluğu oranında var olabileceğini kabul ve tasdik edecektir. 

C2C deklarasyonundan yaklaşık 10 yıl sonra, 1997 senesinde  “doğal kaynaklar yönetimi” uzmanı / bilim insanı Janine Benyus  “Biomimicry : Innovation Inspired by Nature” adını verdiği (o güne kadar yazmış olduğu) 7.nci kitabı ile yeni paradigmanın ilk çıkışını yaptı(11). 80’li yıllardan beri giderek daha sık kullanılan/görülen “Biomimicry” terimini ilk kez popüler hale getiren bu kitabı ile(12) bütün tasarımcıların dikkatlerini bu konuya çekmeyi başardı.

Gerek C2C ve gerek Biomimicry akımlarını/felsefelerini öncüleyen, biofizik alanında biomedikal mühendislik dalının kurucusu ve “biomimetics” terimini ilk kez kullanan Amerikalı mucit, mühendis ve biofizikçi  Otto Herbert Schmitt(13)  adını anmadan geçmek,  bu yazının “nesnel bir araştırma olmak”  iddiasına büyük gölge düşürür. Doğadan ilham alan / doğayı kopyalayan / atık=besin paradoksunu (C2C: atık eğer besin  ise atık değildir) deklare eden  bütün düşüncelerin ilham kaynağı / kuramcısı / uygulayıcısı / öncüsü, bu büyük bilim insanı / mucittir.

Biomimetics, bütün bilimsel alanlarda kullanılması gereken, farklı birçok bilimsel alanı bir ortak paydada birleştirebilen, çok disiplinli bir yaklaşım / felsefedir. Biyoloji, endüstriyel tasarım, mimarlık, mühendislik gibi teknolojiye bağlı/bağımlı alanlarda olduğu kadar, iş yönetimi gibi sosyal alanlarda dahi çözüm üretilmesinde temel alınabilir / alınmalıdır. Tekrar etmekte fayda var ki  Biomimetics de (C2C gibi) kendi başına bir bilim dalı olmadığı için, çözüme giden yolda bir usul / tarz / biçim / metod / sistem / gereklilik... olarak temel alınmalı yani kendisine süreç içinde  etkin bir rol yüklenmelidir. Örneğin,  Otto Herbert Schmitt’in 1950’li yıllarda deklare ettiği, günümüzde bile halen deneysel düzeyden çok da öteye gidememiş olan “biomimetics”  düşünce biçiminin, Rusya’nın problem çözme biçimi olan “TRIZ” e  uygulabilirliği konusunda yazılmış  bir makalenin(14), bu konularda araştırma yapmak isteyenler  için faydalı olacağına da inanıyorum.  

Bu yazıda C2C hakkında yazılmış -yerli ve yabancı kaynaklı- internet ortamında kolayca bulunabilecek yazıların hiçbirini kullanmadım. Büyük çoğunluğu copy-paste olsalar bile, yeterince açıklayıcı ve doyurucu bilginin (malumatın) kolayca bulunabileceğini, konuyu salt öğrenmek isteyenlere  yeteceğini gördüm. Pratikte uygulanmış ve halen uygulanıyor olan, pazardaki örneklerinden de bu nedenle hiç bahsetmedim. Bu yazıda, C2C’yi bir kavram /fikir / konsept olarak ele almayı ve tarihsel süreç içinde izini sürmeyi tercih ettim. Böyle yaparak, C2C’nin (ismi hariç) birdenbire  ve bir(kaç) kişi tarafından ortaya  atılmadığını; insanlığın ortak bir sorunu olduğunu ve bu soruna karşılık yapabileceği tek bir  tercihinin  olduğunu bu yazının okuruna burada hatırlatmak istedim. Her kim her ne zaman her nasıl dile getirmiş olursa olsun; o kim, o zaman, o şekilde insanlık için konuştu...  

kaynaklar:

(14) http://rsif.royalsocietypublishing.org/content/3/9/471

Bu makale Konsept Projeler Dergisi, Mart / Nisan 2014 sayısında yayınlanmıştır 

Dergi sayfalarını görmek için >>

Özlem Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)

@trendssoul

Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016

14 Mart 2014 Cuma

TARİHSEL SÜRECİ İÇİNDE C2C' NİN İZİNİ SÜRMEK - 1

Konsept Pojeler Dergisi - Mart / Nisan 2014



 




Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)

@trendssoul

Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016