Mantık Biliminin Tarihsel Süreci
“Uzay teleskobu Hubble’ın verilerine dayanarak, evrenin en az
yüzde yetmişini oluşturduğu düşünülen ‘karanlık enerji’nin, başlangıçtan beri
var olduğu tesbit edildi. Bu gözlem, ‘boşluk enerjisi’ olarak da tanımlanan
karanlık enerjinin yoğunluğunun, olağan maddenin yoğunluğuna bağlı olarak
zamanla değiştiği yolundaki teoriyi çürüttüğü için önemli. John Hopkins
Üniversitesi’nden astrofizikçi Adam Riess ve ekibinin vardığı sonuca göre...”
Daha başka pek çok günlük gazetede de yayınlandığını düşündüğüm bu haberin
kaynağını burada vermeye gerek duymuyorum, herhangi bir kanalda doğruluğunu da
sınamaya gerek görmedim. Bu habere (eğer yanlış yorumlamıyorsam) inanıyorum
çünkü/zaten benim beklentilerime de paralel(!). Bu haber, 100 yıldan daha
önceki bir zamanda Cantor’un (1845-1918) yaptığı hesaplamaları da doğruluyor.
Kendisine deli gözüyle bakılmasına sebep olan “sonsuz kümeler kuramı”nı
bulmuştu Cantor; O’na göre bir eleman bir kümeye ya aitti ya da ait değildi ki
aidiyetin olmaması, varlığın da olmaması anlamına geliyordu; yani, büyük
patlamanın da bir başka –daha büyük– küme içinde olması gerektiği iddiası idi
bu aynı zamanda.
Klasik mantık, hepimizin de bildiği gibi, Aristo tarafından
kuruldu/sistemleştirildi. Gottlob Frege (1848-1925; Alman felsefeci ve
matematikçi) ise, sembolik/simgesel mantık alanında yaptığı çalışmaları 1879
yılında yayınladı. Frege’nin kişisel görüşü, mantığın net/kesin kavramlarla
ifade edilmesi gerektiği yönünde idi; bulanık kümeleri (bulanık mantığı) –ifade
edilemeyeceği düşüncesi ile– görmezden geldi. Bu, siyah ile beyaz arasında gri
tonlarının bulunduğunu inkar etmek değildi hiç şüphesiz; bir ifade probleminin
ertelenmesi idi.
Gri tonlarının (bulanık kümelerin) nasıl ifade edilebileceğini ilk
kez (bilimsel olarak) Baku-1921 doğumlu Lutfü Askerzade, kendi kurduğu sistem
ile 1965 yılında (A.B.D.’de) açıkladı. Kurduğu sistemde kullandığı dil, bilinen
simgesel mantık dili idi ve sistemin adına “bulanık mantık” denildi. Önceleri
kabul görmeyen, üstelik, gerçekten yeni-yepyeni bir şey de olmayan bu mantık,
var olan fakat ifade edilemeyen gerçekliğin dile dökülmesini –ve böylece
tartışılıp kullanılabilmesini– sağlayan bir çözüm yolundan başka bir şey de
değildi; bir faydalı buluş idi. Zaten kendisine verilen “bulanık mantık” adı
bile bunu doğrular görünüyor; birbirine zıt anlamlı kelimelerden oluşan bir
tamlama (oxymoron) ile ifade edilmesi de bu yüzden olmalı. Bu dil,
tekniğe/teknolojiye bir sıçrama yaptırdı: sensörlerle çalışan bütün makinalar,
mekatronik bilimi, yapay zeka çalışmaları... hepsi varlığını bu yeni dile
borçludur.
Öte yandan sosyal (ve ruhsal) hayata, iletişime de yeni ufuklar
açtı (simgesel) dilin bu yeni kullanılış tarzı: artık insanlar birbirlerine
daha yumuşak ve önyargılardan arınmış olarak yaklaşmaya, (gri tonları kabul
etmeye hazır olarak) birbirlerine daha anlayışlı davranmaya başladılar.
(Bulanık) Matematik, Hegel’i haksız çıkarırcasına, insanın günlük hayatına da
girdi ve hatta daha ötesine giderek –bana göre– tarihte(?) ilk defa, felsefe
ile (tamamen) örtüştü, birleşti, kaynaştı. Artık, konusunun uzmanı olmayanlar
için (ne bilimsel ve ne de sosyal) disiplinleri birbirinden ayrı –bağımsız–
düşünmek büsbütün imkansız hale geldi. Post-Modernizm akımı –bence– bütün
sinerjisini, sınırların ortadan kalktığı düşüncesinden (yanılgısından) aldı,
kutsadığı bu (yanlış) düşünce ile de beslendi/besleniyor.
Belirsizlik, rasgelelik, (kümeye) dereceli üyelik gibi soru(n)lar,
günümüzde sadece makinaların (ve endüstriyel ürünlerin) değil, insanların da
sorunudur. (Bazı) insan(lar) giderek kendi benzerine/kopyasına (humanoid) doğru
koşarken, tribünlerde kalıp seyreden(ler)in çok şey kaybedeceğini söylemek
yanlış olmaz.
Her Disiplin Kendi Küçük/Alt Kümesinin Elemanıdır
“Disiplinler birbirleri ile birleştiler de ortaya tek bir disiplin
mi çıktı?” sorusunun cevabını iyi düşünmek gerekiyor. Soruyu tersinden sormak
daha akıllıca da olabilir: “Tek ve mutlak bir disiplin parçalandı da ortaya bir
çok disiplin mi çıktı?” Geleceğin bilimi olduğuna inandığım mekatronik bile tek
başına bir disiplin değildir, melezdir (ağaç biçimli düşünceye göre, olsa olsa
bir koca ve üretken daldır) çünkü, kendisini oluşturan bütün diğer disiplinler,
bir yandan da kendi başlarına kendi yollarında gidiyor/ürüyorlar. Yani,
sosyolojik (/felsefi?) bir dille söylenecek olursa, bütün farklılıklar kendi
farklılıklarını muhafaza ederek bir arada yaşıyor, gelişiyor fakat paydalarını
da ortak kullanarak (paylaşarak) yardımlaşıyor, öğreniyor ve gelişiyorlar.
Burada, Cantor’un haklı olduğu (benim felsefi yorumumla da) ortaya çıkıyor:
varlık, varlığını farklılığına borçludur; farklı olabilmek (yani var olabilmek
için) kendisinden farklı olunacak bir başka varlık (yani sonsuzluk) gerekir.
Bu, felsefenin matematik dili ile ifadesinde (matematiğin günlük/sosyal hayata
hiç giremeyeceği iddiasındaki Hegel’in hiç düşünemediği) bir hipoteze de
götürüyor beni: “her pay, ait olduğu (kendisinden küçük) kesrin de zincirleme
paydasıdır”. Bir başka deyişle, her disiplin, kendi küçüğünün paydası ve kendi
büyüğünün payıdır; her payda, kendi payının da ön koşuludur.
Post-modern düşüncenin (çoğunluk örneklerinin) sosyal bilimler ve
günlük yaşantıda çeşitli kanallardan kabul ettirmeye çalıştığı “kendini ve
hiçbir şeyi kategorize etme, sınırları kabul etme/kaldır; bütünün içinde her
bilgi ve her birey özgürdür, tektir, aidiyet yoktur” gibi dayatmalarını(!)
değil kabul etmek, tartışmak bile bana çok anlamlı görünmüyor. Bütün
senfonilerin yedi nota ile ve bütün matematik işlemlerin on rakkam (hatta bütün
sayısal işlemlerin de iki rakkam) ile yapıldığını kabul etmek/bilmek, –bu
anlamda– post-modern ol(a)mamak için bana yeterli görünüyor. Yedi notanın
dizilimine matematiksel bir uyum/yöntem/ahenk getiren müzik terimlerini (yani
müziğin dilini) bilmeyenlerin müzisyen ; on rakkamın birbirleri ile nasıl
ilişkilendirileceğini –yani dört temel işlemi: matematiğin dilini–
bilmeyenlerin matematikçi olamayacağını –peşinen– kabul etmek gerekiyor. Tek
bir notanın veya tek bir rakkamın, herhangi bir (veya birden fazla) kümenin
elemanı olmadıkça hiçbir anlamı/değeri ol(a)mayacağı temel/bilimsel doğrusu,
post-modernizmin bu özgürlük/özgünlük iddiasını –kümeyi yani dili inkar ettiği
için– dayanaksız bırakıyor.
Yedi nota veya on rakkamın varlığını kabul etmek ile bunları
kullanabilmek için gerekli disiplin(ler)i –yani dili– öğrenmek ve uygulamak,
birbirine bağlı-bağımlı fakat birbirlerinden
–uygulayıcısına göre– farklı da olan (üstelik değişmeye, gelişmeye
ve özelleşmeye açık –da olabilen–) şeylerdir. Somut (veya soyut) temel varlığın
kabulü ile onu (asla tam anlamı ile
–yeterince– olamasa bile) dile getirme ve ona anlam kazandırma
usullerini (disiplinlerini) birbirlerinden ayırmak/koparmak nasıl mümkün
değilse, kendisi kategorize olan temel varlığın bu disiplinlerle ifadesinde
kategoriler kurmamak da o kadar eksiktir, saçmadır, yanlıştır. Tartışmaya
ve/veya yeni kabullere açık olan unsur, kategorilerin varlığı değil onların
ifade ediliş tarzları yani dilleridir. Netice olarak hayatımızın en çok içine
girmiş/girmekte olan bilgisayar sistemlerinin çalışma prensibi bile evet-hayır
ikilemine (kategorisine/çelişkisine) bağlı-bağımlıdır. Bu katı ayrımın varlığı
ile “belki/biraz/bazen...” gibi bulanık ifadeler de dile getirilir ki işte
burada –bence– post-modernist düşüncenin/iddianın da şu yanılgısı ortaya çıkar:
varlık için mutlak bağımsızlık, salt özgürlük vardır: varlık bireyseldir ve her
varlık, kendi aidiyeti ile/kadar değil kendi özgünlüğü ile/kadar anlam bulur.
Bu hali ile post-modernizm, kendi ayaklarını göremeyen, kilolu bir insana
benzer ki ben, yukarıda da belirttiğim gibi –bu anlamda– post modern görüşün temel bir dayanaktan yoksun
olduğu inancına sahibim.
Post-modernizm, bu temel kategori(ler) ile olan meselesini
(paradoksunu) göremez ya da görmezden gelir. Kendi doğrusu olarak kabul ettiği
(yukarıda italik olarak dizdiğim) düşüncedeki/iddiadaki yanlışını/yanılgısını
görmek ve –yanlışlığını– kabul/ispat etmek, (benim gibi, bazen “pragmatist”)
düşünen insanı, post-modernizmin, bir varlık/aidiyet (kategorizasyon) sorunsalı
(veya çözümü?) değil fakat
yaratıcı (yenilikçi/innovative) olabilmenin ön koşulu (veya, bir yolu/yöntemi)
olarak kabul edilmesi gerektiği; yani bir dil olarak , henüz keşfedilmemiş (ve
asla –sonu– keşfedilemeyecek çünkü kişiye özgü) bir serbest disiplin gibi
algılanması ve kullanılması gerektiği, sonucuna götürür. İşte bu anlamda ben,
post-modernizme büyük bir sempati de besleyebilirim. Varlığın dilini
(teorisini) hiç bilmeden sesine (eylemine) hayranlık duymuş bir yetenek için
kendi kendine –örneğin– gitar çalmayı öğrenmiş olmak bazen –ve çoğunlukla–
formel bir eğitimle öğrenmiş olana karşı peşin peşin bir galibiyet habercisi
olmanın da ifadesidir ki burada yeri gelmisken ben (tıp bilimleri hariç,
örneğin, ister tarihçi ister ressam vb. olsun) her meslekten her “alaylı”
olarak tanımlanan insana (peşin bir ön yargı ile) daha fazla(?) saygı duyduğumu
(saygı duymaya açık olduğumu) da belirtmek isterim. Kendimce gerçek
post-modernistler olarak tanımladığım bu insanlar kadar yaratıcı/yenilikçi
olabilmek uğruna, yeni başladığım her bir projede, bana öğretilmiş / öğrendiğim
bütün temel disiplinleri unutarak (fakat, varlığını kabul ettiğim salt temel
kategorileri ise baz/kriter almaya devam ederek), tıpkı onlar gibi düşünmeye
çalışırım. Benimle aynı düşünceleri paylaşarak post-modern(vari) bir duruş sergileyen –hatta doğrudan
katı bir post-modernist olan– ve post-modern eserler veren bütün sanatçılara da
bu nedenle (bir ön) hayranlık duyarım.
Teknoloji Ötesinde Eğitim ve Kategori
Nitelikli düşündüğüne inandığım bütün kişi veya (teknoloji ötesi)
toplumlar, kendilerini başkalarından (en azından, benden) ayırıyor, kategorize
ediyorlar. Ben, kişisel olarak, ikircikli bir dünyada yaşadığıma inanıyorum.
Ben, kendileri ağaç biçimli –düşünüyor ve yaşıyor– iken (yani kendilerini
benden kategorize ederlerken) bana ot gibi olmayı –göğe doğru değil de kumların
üzerinde plajlara doğru kök salmadan yayılmayı– öğütleyen(ler)in
samimiyet(ler)ine artık inan(a)mıyor, güven(e)miyorum. Köklerimden koparılmak
istendiğim gibi (ard niyetli?) düşünceler taşıyorum. Bu düşünceler beni,
on(lar)a düşman olmaya götürmüyor, bu olanaksız çünkü ben de en az onlar kadar
nitelikli (ve objektif) düşünebiliyorum: zayıfın yenilmesi doğa kanunudur ve
hiçbir avcının, avının elinden tuttuğu görülmüş şey değildir.
Batıda, yani teknoloji ötesi toplumlarda (az sayıda örnekleri
dışında) endüstriyel tasarım diye ayrı/özgün bir eğitim verilmediğini ve
üstelik (/bu nedenle) endüstriyel tasarımcıların ayrı/özgün bir meslek
kuruluşları da olmadığını yıllardır hep duyurmaya çalışanlar bilirim. Kendi sosyo-ekonomik
tarihsel süreci icinde oluşmuş o doğal yapılanmanın/yapısızlığın, ülkemizde de
olduğu gibi kopyalanması gerektiğini savunan bu görüştekilere göre, endüstri
ürünleri tasarımcılığının bağımsız bir bilim dalı olduğunu tartışmaya açmak
bile saçmalık olarak algılanır. Bu konudaki muhalefetimi her zaman –gerekçeleri
ile– elimden geldiğince yazdım ve bağımsız (yani özgün) bir eğitim verilmesini
savunurken, bu(günkü) kadarının bile yeterli olmadığını da –her yazımda– dile
getirdim. İnsan, doğuştan bir “sporcu” olduğu kadar bir “tasarımcı”dır da aynı
zamanda. Fakat, bir insanın “ben sporcuyum” demesinin, kimliğini yeterince
açıklamaya yeteceği düşüncesinde değilim. Eğer sigaranın zararlarından
bahsetmiyorsa, bir insanın “ben sporcuyum” açıklamasını yeterli bulamam; hangi
sporu yaptığını da açıklamasını beklerim. Tasarım alanına ait diğer bütün “salt
sanat” dallarından farklı olan, mimarlıkla birlikte kendi özgün koşullarına
sahip ve “mühendislik disiplinleri ile teknolojiye bağımlı” bir mesleğin mensuplarının
kendilerini sadece “tasarımcı” olarak tanıtmalarını da doğru (ve yeterli)
bulmuyorum.
Salt bir “tasarımcı” olmanın, salt bir “stylist” olmak anlamını da
(bulanık olarak) içerdiğini kümeler mantığına göre kabullenmek gerekiyor. Büyük
küme “tasarım” adını taşıyor ve içinde salt sanatların (style da dahil) hepsini
barındırırken, mühendislik kümesi ile ortak elemanları olarak mimarlık ve
endüstriyel tasarımı da içeriyor. Burada, bir mimar veya bir endüstriyel
tasarımcının, çok doğal olarak “stylist” olabileceği (olduğu) da ortaya
çıkıyor. Bu tezimde söz konusu elemanların, doğrudan insanlar değil fakat
meslekler olduğu asla göz ardı edilmemeli. Örneğin, tek bir insan, Charlie
Chaplin (1889-1977) kendi varlığında üç farklı kimliği temsil ediyor(du): Oyuncu,
senarist ve besteci. Kendi senaryolarını yazdı, kendisi oynadı ve hiç söz
kullanmadığı (kullanmayı reddettiği) filmlerini kendi bestelediği müziklerle
taçlandırdı. (1931) tarihli –uzun metrajlı– Şehir Işıkları (City Lights)
filminde kullandığı özgün müziği, günümüz klasikleri arasındadır ve inanıyorum
ki bütün meslektaşlarım (sanayi devrimine karşı takındığı olumsuz tavırları ve
Hitler faşizmine karşı duyduğu nefret nedeniyle bestelediği bu ve diğerlerini)
mutlaka biliyorlardır.
Ülkemizde endüstri ürünleri tasarımı eğitimi, tıpkı bir satranç
eğitimine benzetilebilir. Dünyanın bu en mükemmel zeka oyununda tek güç,
(bireysel) zekadır. Daha zeki olan, daha analitik düşünebilen, ileriye yönelik
daha fazla hamleyi görebilen / planlayabilen, rakibinin vereceği tepkiyi daha
isabetli olarak tahmin edebilen, olası hatalara karşı önlem alabilen, tuzak
kurabilen.... oyunu kazanır. Galibiyetin temel girdisi zekadır ve eğitim zekayı
keskinleştirir. Endüstriyel tasarım eğitimi de tıpkı bu şekilde, fakat zeka
değil de yetenek üzerine kurgulanır. İşte temel hata da burada ortaya çıkar.
Satranç oyununda öğrencinin, (veya oyuncunun) düşünmekten başka hiçbir
yükümlülüğü yoktur, başka hiçbir kimseye ihtiyacı da yoktur. Satranç taşlarına
yer değiştirmek için ellerini eğitmesi de gerekmez. Hatta tamamen sanal ortamda
da kalabilir. Oysa ki bir endüstriyel tasarım öğrencisinin sadece yeteneği
(düşünceleri ve kağıt üzerine çizdikleri) ile bu mesleği yapabilmesi
imkansızdır fakat bu, çoğunlukla eğitimde görmezden(?) gelinir. Öğrencilerin,
sanki her çizdikleri üretilebilir/yapılabilir şeylermiş gibi –sanal ortamda–
yetiştirilmeleri, sadece birer “stylist” olarak kalmalarına(?) ve bir satranç
oyuncusu gibi bireysel/teorik davranmalarına sebep olur. Bir endüstriyel
tasarımcının salt stylist (sadece biçim verici) olması, içinde yer almasının
gerektiği mühendislik kümelerinden kopuk yaşaması yani ortak dili konuşamaması
anlamına gelir ki bu yalnızlık, eğitimde görmezden gelinecek ve devam
edilmesine göz yumulabilecek bir hata(?) değildir. Hiç (herhangi) bir kümeye
aidiyeti kabul etmeyen (etmesi gerektiği öğretilmeyen) bir elemanın (gerçekten)
özgür olabilmesi/ kalabilmesi ise, onun ancak bir “stylist” olması, olarak
kalması/kalabilmesi ile mümkündür. Öyle de bir zaman gelebilir ki endüstriyel
tasarımcı, pişmanlık duyup da katılmak istediğinde, her kümeden dışlanır,
reddedilebilir. Bana göre endüstri ürünleri tasarımı, eğiteceği adayları
seçerken, onların “style” verme yeteneklerini elbette (ve mutlaka) sınamalı
fakat eğitim boyunca onların “stylist” olarak kalmalarına (kalma arzularına)
izin vermemelidir. Bir başka örnekle konuyu daha basitçe anlaşılabilir duruma
getirmek de mümkün: Endüstri ürünleri tasarımcılığına aday olan öğrenciler,
tıpkı birer bilardocu gibi eğitilmeli: hem matematik/geometri bilgisi (teorik
eğitim) ve hem de ıstakayı tutma becerisi kazandırılmış maharetli
eller/parmaklar (malzeme bilgisi, işler maket – ve hatta bire bir ürünün
kendisini– yapma deneyimleri ve endüstriyel işleme yöntemleri) ile olmazsa olmaz bir koşul olarak da
bir bilardo masası (yani bir fabrika). Bu örneği biraz zenginleştirmek de
faydalı olacak: Bilardonun, bireysel de olabileceği gibi/kadar eşli de
oynanabileceği –bu yönü ile satrançtan farklı olduğu– mutlaka vurgulanmalı.
Masanın boyutlarının değişken olduğu öğretilmeli. Delik ve top sayısına
bağlı/bağımlı olarak oyunun değişik oynanma şekilleri/kuralları da olduğu –yani
ihtisaslaşma gerektiği– gösterilmeli.
Endüstriyel Ürünlerde Kategorize Zorunluğu
Endüstriyel ürünlerin istisnasız hepsi, enerji ile ilişkileri
anlamında mutlak bir sınıflamaya bağlıdırlar. Bu konuda yazdığım iki makaleden,
buraya kısa bir özet alıntı (hatırlatma) yapacağım.
Endüstriyel Ürünler kümesi, başlıca iki büyük/alt kümeden oluşur:
Basit Endüstriyel Ürünler
Bileşik Endüstriyel Ürünler
Basit endüstriyel ürünler, kullanılmalarında insan gücü/emeğinden
başka hiçbir enerjiye gereksinimleri olmayan ürünlerdir. Tasarım ve imal
edilmelerindeki özelliklerine göre ikiye ayrılırlar: mühendislik/teknolojiye
bağlı-bağımlı olmadan (tasarlanabilen ve) imal edilebilen (bardak, çatal,
kaşık, elbise askısı gibi) ürünler ve imal edilmelerinde (ve tasarım
aşamasında) en azından –teorik de olsa– mühendislik bilgisi gerektiren
(bisiklet, tekerlek jantı, batarya gibi) ürünler. İstisnasız bütün basit
ürünler, kendilerinden beklenen işlevsellik ve faydayı sağlamak için hiçbir
şekilde –insan enerjisi dışında– bir dış enerji gerektirmezler.
Bileşik Endüstriyel ürünleri burada detaylı olarak yazmaya gerek
yok. Basit bir anlatımla, bu tanım, elektrikli süpürge, fotokopi, buzdolabı,
otomobil... gibi, kullanılmalarında mutlak surette (elektrik gibi) bir dış
enerjiye ihtiyacı olan ve gerek tasarlanmalarında ve gerekse üretilmelerinde
mühendislik bilgisi gerektiren ürünleri kapsıyor.
Bu güne kadar, endüstriyel ürünleri benim yaptığım şekilde
kategorize eden hiç olmadı. (Endüstriyel Ürünlerde Enerjinin Dönüşümü ve
Endüstriyel Ürün Kavramının Açılımı isimli makalelerime bakınız.) Bunun –bence–
başlıca (ve birbirine dönüşümlü) iki sebebi var:
Birincisi, sanayide böyle bir kategorileşmeye ihtiyaç duyulmadı.
Çünkü sanayi üretiminin, gerek ihracat ve gerekse ithalatın ölçülmesi
bakımından böyle bir sınıflandırmaya ihtiyacı hiç olmadı. Beyaz eşya, metal
eşya, otomotiv, plastik ve mutfak eşyaları gibi genel kategoriler, sanayi
ölçümleri için (tekstil, inşaat ve benzeri sektörleri de kapsaması gerektiği
dikkate alındığında) her zaman için yeterli idi ve (sanırım) öyle de kalacak.
İkincisi, teknoloji ötesine (bilgi çağına, nano-teknoloji çağına
geçmiş) toplumlarda, endüstriyel ürünlerin bu şekilde kategorize edilmeleri
–sanayinin böyle bir sınıflandırmaya ihtiyaç duymaması veya (ifade
edilemeyeceği düşüncesi ile) görmezden gelmesi bir yana– eğitim ve üretim
alanında da artık bir gereklilik oluşturmuyor. “Artık” diyorum çünkü benim
kullandığım (1965’de teorik olarak açıklanan fakat çok sonraları –ilk kez
Japonya’da– uygulanan) bulanık mantık bilgisi/yöntemi, endüstriyel ürünlerin
tarihi yanında çok genç kalıyor ve artık Batı’nın ileriye yönelik
stratejilerinde bu tarz sınıflandırmalara ihtiyacı yok. Onların açısından
bakıldığında, benim büyük bir dikkatle ayırıp düzenlediğim “basit ürünler”in
hepsi de sadece birer “ıvır-zıvır” ve her tasarımcı(ları) çizebiliyor; zaten
uzak doğu ülkelerinde de yaptırıyorlar. Belki de bu nedenle olacak, endüstriyel
tasarım alanındaki yarışmaları, kurumsal bazda değil de kişisel alanda
tertipleme alışkanlıklarını değiştirmeye artık hiç gerek görmüyorlar.
Endüstriyel ürünlerin bu şekilde kategorize edilmesinde ne tür bir
yarar olabilir?” sorusunu sormak gerekiyor. Bunun –bence, ülkemize özel– pek
çok faydası olacak:
* Ülkemizin sanayi üretimi ve yeteneği bu tablolar yardımı ile
okunabilir, aydınlatılabilir.
* İthalat ve ihracat konusunda (cari açık vb) gerçek kıyaslamalar
yapılabilir.
* İleriye dönük uzun vadeli planlar yapılabilmesi kolaylaşır.
* Mühendis ve tasarımcı ihtiyacı, (eğitim ve istihdamda) bu
alanlara göre tesbit edilebilir.
* Meslekler arasındaki alan kaymaları ile işgücü israfı
önlenebilir.
* Mühendislik eğitiminde daha hassas ihtisaslaşmalara gidilebilir.
*Tersine mühendislik yapmamız gereken alanlar kolaylıkla
belirlenebilir ve bu ürünler üzerinde imalat yapmaya çalışan KOBİ’lerimiz
desteklenir ve teşvik edilebilir(mi?).
Bütün bunlar benim açımdan, tablolardan sağlanabilecek “yan” faydaları
gösteriyor. Benim, bir endüstri ürünleri tasarımcısı olarak bu tabloları
yapmaktaki amacım, daha bir özel:
* Stylist ile Endüstriyel Tasarımcı arasındaki farkı ortaya
çıkarmak
* Endüstriyel tasarım eğitiminde ihtisaslaşmanın gerekliliğini
ispatlamak,
* Endüstriyel tasarımcı ile mühendisin beraber çalışması
zorunluğunu gösterebilmek,
* Yarışmalarda uyulmasını gerekli gördüğüm ilkeleri belirlemek
(yarışmaların, kurumsal bazda ve piyasaya sürülmüş ürünler üzerinden yapılması;
jüri üyelerinin, danışma konseyi tarafından açık oylama ile, ürünün ait olduğu
kategoride –çoğunluğu– fiilen uzmanlaşmış meslektaşlar arasından seçilmesi,
gibi).
Eğitimde ihtisaslaşma olmadıkça, mühendis ile endüstriyel
tasarımcı işbirliği asla gerçekleşmeyecektir (yani/aslında, endüstriyel
tasarımcı yetiştirilmediği sürece, eğitim “style” aşamasında kaldıkça,
işbirliğinden de bahsetmek gereksizdir). Mezun olanlar, kolay yolu seçecek,
yani stylist olacaklar veya mesleği tamamen terk edeceklerdir. Dışardan mesleğe
yapılan sarkmaların –alan kaymalarının– hemen hepsi basit ürünler sınıfında
olduğu için “stylist” olarak piyasada kalmak da giderek zorlaşacaktır. Üstelik
zaman içinde, bilgisayar yazılımlarının yeteneklerinin arttırılması ile her
tüketici de kendisinin stylist’i olacağından, basit ürünlerde tasarım eğitimi
bile gereksiz duruma düşecektir. (Eğitimde kaynak israfı olacağı endişesi ile
bu konuda ciddi ciddi düşünmek gerektiğine inanıyorum)
Yarışmalarda bu (benim önerdiğim) kategorizasyon yapılmadıkça,
plastik bir bardakla (aynı mekanda kullanılacak) plastik kabuklu bir mikser,
“mutfak eşyaları” adı altında, aynı kategoride aynı koşullarla elemeye
girecektir. Ne o bardağın basitliğine (salt “style”) ve ne de o mikserin
çalışabilirliği (mühendislik girdisine) dikkat edilmeksizin, bakan gözlerle
ürünler aynı kefede tartılacaktır. Bu durumda, (olmayan bir) endüstriyel
tasarımcı-mühendis işbirliği ise, büsbütün bir çıkmaz/gelmez bahara kalacaktır.
Jüri üyelerinin mesleki kimlik ve yetenekleri (ve hatta uzmanlıkları), yanlış
kurgulanmış bir sınıflandırma ve ödüllendirme sisteminde hiçbir şey ifade
edemeyecektir. Köprü altlarında kurulan sergilerin getiri ve götürüsü, benim
gibi birkaç mühendis-işbirlikçisi ve doğrudan mühendislik tarafından daima
sorgulanacaktır. Bu tarz ortamlardan da (çoğunluğu stylist) yıldızlar çıktığı
elbette doğru ve onlarla hepimiz gurur da duyuyoruz fakat bizim kitlesel
amacımız, ülkemizin yıldızlaşması olmalıdır. Yıldız ülkenin bireysel
yıldızlarını (trendleri belirleyen stylist’lerini) seçmek, ancak ondan sonra
gelmesi gereken bir aşamadır ki benim ülke dediğimi isteyen “şehir” olarak da
algılayabilir.
Sonuç
Bazı eşleşmeler/kilit birliktelikler vardır, “uçak-pilot;
mutfak-ahçı; kitap-yazar; hasta-doktor...” gibi yüzlerce örnek gösterilebilir
istendiğinde. “Endüstriyel tasarım(cı) denilince ilk akla gelen nedir?” diye
bana sorulacak olsa, tek cevabım olabilir: KOBİ. (Bilardocu ile masası gibi).
Böyle bir düşünce yöntemi(?) ile başladığım bu metnin giriş bölümünün son
cümlesini buraya alacağım: “(Bazı) insan(lar) giderek kendi benzerine/kopyasına
(humanoid) doğru koşarken, tribünlerde kalıp seyreden(ler)in çok şey
kaybedeceğini söylemek yanlış olmaz."
Bu cümleyi burada, sonuç bölümünde açmam gerekiyor (inanıyorum ki
meslektaşlarım alınganlık göstermeyecekler ve beni anlamakta iyi niyetli
davranacaklardır):
Batı ülkelerinde (endüstriyel?) tasarım alanında yapılan hemen
hemen bütün yarışmaları, pistte, atların değil de seyislerin
koşmasına/yarışmasına benzettiğimi farkettim. Benim bildiğime, benim
beklentilerime göre atların üstünde yarışmaları gereken seyislerin, pistte
koşmaları garipsenecek bir durumdu fakat bir tribünde oturup da (hayranlıkla)
böyle yarışmalar seyretmenin mantığını da –ayrıca– irdelemek gerektiğini
düşündüm.
Batı’dan örnek alınacak (alınması düşünülen) her türlü
yol/yöntem/usul/tarz/sistem.... bize uygun değildir. Bildiğim ve anlayabildiğim
kadarı ile, uzak doğudaki ülkelerin de hiçbiri, salt Batı’nın sistemleri ile
gelişmiyorlar. Mutlak bir adaptasyon / uyarlama (ve hatta salt özgünlük) bilincinde
olduklarına inanıyorum. Bizi ve bütün dünyayı –geleceğe dönük senaryolarda–
korkutan o iki dev nüfuslu ülkenin de kendilerine özgü birer sosyolojik
yapıları; dinleri, siyasi ve ekonomik görüşleri var. Bu yazıdan bir alıntı
getireceğim gene: “varlık, varlığını farklılığına borçludur; farklı olabilmek
(yani var olabilmek için) kendisinden farklı olunacak bir başka varlık (yani
sonsuzluk) gerekir.” Biz, var kalabilmek için farklarımızı muhafaza etmeliyiz.
O iki dev ve diğer bütün uzak doğu ülkelerinin yaptıkları tek şey,
Batı’nın sermayesini kullanmak. Ucuz işgücü oldukları için tercih edildikleri
elbette doğrudur (böyle okuyorum); fakat bu tek ve kalıcı doğru mudur? Batı’nın
teknolojisi ve tasarım girdisini –zaman içinde, giderek artan dozda– tersine mühendislik
yöntemi ile çözmedikleri (çözmeyecekleri) ve kendilerine uyarlamadıkları
(uyarlamayacakları) iddia edilebilir mi? Bu gerçeği (adeta korsanlanacağını)
bilen Batı acaba ne yapıyor, hangi tedbirleri almış, geleceğe nasıl
hazırlanıyor? Bence uzak doğulular, kendileri ile gurur duyan, kendileri ile
barışık insanlar olmalılar: başka toplumları taklit etmiyor, tersine
mühendislik ile kendilerini geliştiriyor, tersine mühendisliğin en temel
gereksinimi olan endüstriyel tasarımcılarını da yetiştiriyor, kendi hayatlarını
kendilerince –ileriye dönük bir ideal ile– yaşıyorlar diye düşünüyorum. Hatta,
Japonların, sırf ülkelerine yabancı işçi almamak için robot teknolojisini
geliştirmekte son derece hırslı olduklarını okudukça, onların milliyetçilik
kavramına şaşkınlıkla bakıyor ve kendi düşüncelerime yeni açılımlar da getirmem
gerektiğini(?) düşünüyorum. “(Bazı) insan(lar) giderek kendi
benzerine/kopyasına (humanoid) doğru koşarken, tribünlerde kalıp
seyreden(ler)in çok şey kaybedeceğini söylemek yanlış olmaz” inancı ile
yazıyorum fakat asla –yinelemekte fayda var– taklit etmeyi önermiyor, farklı
kalalım diyorum.
Bu makale Bileşim Yayıncılık,
Fuarcılık ve Tanıtım Hizmetleri A.Ş.'ye ait Makinatek Dergisinin Aralık 2006
tarihli 110 nolu sayısında yayınlanmıştır.
Özlem (Yan) Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
@trendssoul
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016