Yüzyılımızın global trendi, giderek
kirlettiğimiz dünyamızda, çevresi ile bütünleşen/kaynaşan ve toplumun yaşam
kalitesini de arttıran binalar inşa edilmesini dayatıyor. Bu (zoraki) trendin
yarattığı süreçde, geliştirilen teknolojik çözümlerin anında ve olabildiğince
tümden kullanılması ile günümüzde akıllı (smart) olarak tanımlanan binalar inşa
ediliyor. Bu tür binalar, aynı zamanda yeşil (green) de oluyorlar çünkü akıl,
doğa ile barışmayı emrediyor. Daha az enerji kullanan, kullandığı enerjiyi
yenilenebilir (renewable) kaynaklardan kendisi sağlayan, atıklarını (mümkün
olduğunca) dönüştürerek alt yapısı çevreye zarar vermeyen bu binalarda
yaşayan/çalışan insanlar daha sağlıklı, daha mutlu ve daha verimli oluyorlar;
en azından, vicdan azabı çekmedikleri için!..
Gariptir ki bu global trend, yukarıda
parantez içinde gösterdiğim "zoraki" tamlayanı ile diğer bütün
trendlerden, bildiğimiz bütün trend kavramlarından farklı olduğunu adeta
haykırıyor. Ekonomik sistemlerin dayatmalarının tam tersine, hiçbir ticari
çıkar amacı yok ve hiçbir şekilde gelip geçici heveslerden oluşmuyor. Fakat
binanın işletme masraflarında inanılmaz bir tasarruf ve içindeki insanların
motivasyonlarında müthiş bir ivme ile yarattığı sinerji, sistemle akıl almaz
bir çelişki sergiliyor. İnsan(lık) doğa ile rekabete girişmiş olmasının
kendisine neler kaybettirdiğini teoride değil, pratikte anlıyor ve ekonomik
sistem(ler)ini, kendi içinde birbirlerine karşı değil fakat doğa ile
barıştıracak şekilde yeniden yapılandırması gerektiğinin bilincine varıyor:
rekabette kurallar yeniden yazılıyor.
Amerika'da, bu akımın (dünya bazında) öncüsü
bir kurum var: The Green Building Council (USGBC / Amerika Yeşil Bina Konseyi).
Tamamen gönüllü kişi ve kurumlardan oluşan, çok geniş kapsamlı bu kuruluş, LEED
(Leadership in Energy & Environmental Design) adlı, katılımcıları arasında beş
kategoriden oluşan bir sıralama/puantaj (ranking) sistemi uyguluyor. Global
anlamda rekabet eden bütün kişi, kurum ve şirketler bu liste içinde yer almak
için mücadele ediyorlar; bu kurumdan sertifika almak için çırpınıyorlar; demiştim
ya, rekabette kurallar yeniden yazılıyor.
Ofisler, yani insanların birlikte
çalıştıkları mekanlar, artık sadece fiziksel anlamda değil fakat zihinsel
kaygılar da gözetilerek tasarlanıyorlar. Bir zamanlar, hem de çok uzun
zamanlar, yapı tasarımında baş yapıt olan Ernst Neufert'in rehber kitabı
elbette gözden düşmedi ama artık bir "başyapıt" olmadığı da çok açık.
Neufert için tek kaygı, insan ergonomisi idi. Örneğin, üç insanın yanyana inip
çıkabileceği bir merdiven basamağının minimum genişliğini (ve optimal
yüksekliğini) verir(di). Oysa ki günümüzde, bu basamaklarda iki kişi oturmuş
sohbet ederlerken bir üçüncü kişinin koşarak nasıl inebileceğinin masalsı
hesapları da işin içine katılıyor artık. Zihinsel kaygıların planlara girmesi,
insan mutluluğunun olmazsa olmaz bir önkoşul olarak verimlilikte yer alması
demek. Bir yandan insan verimliliği arttırılırken, bir yandan da binaların
teknolojik yeniliklerle donatılması, enerji maliyetlerini düşürürken dünyamızı
da rahatlatıyor ve ekonomi, makas değiştiriyor. Çalışma saatlerinin
esnekleştirilmesi, kişiye özel hale getirilmesinin yanı sıra, çalışanlarının
işyerine hiç gelmesini istemeyecek kadar ileri giden şirketler de var. Öyle
veya böyle, şehir trafiğine ve yakıt tasarrufuna katkıda bulundukları inkar
edilemez. Akıllı binaları dayatan global trendin bir alt çıktısı da bu: kısır
döngüler bitiyor, kalite ön plana çıkıyor.
Gene de ofislerin varlığından
vazgeçebilmek mümkün değil. Rahat çalışma koltukları, ayarlanabilir hareketli
masalar, kişiselleşen aksesuar ve mobilyalar için alternatifler... bütün bunlar vazgeçilmezler. Bir zamanların bu
fiziksel (fakat estetik) içerikli, hemen
her yıl değişen/gelişen trendleri, artık kendi başlarına çok şey ifade
etmiyorlar. Eskiden sadece patronların arzu ve zevkleri ile bütçelerine göre
tasarlanan ofisler, çalışanlar tarafından itirazsız bir şekilde kabul edilirdi
ama günümüzde böyle bir nesil yok. Hiç savaş görmemiş yeni kuşak, zihinsel
sağlığının da ofis tasarımında rol oynaması gerektiğini dayatıyor ve psikologlar,
mimarlar, ekonomistler, çevreciler... herkesten destek buluyorlar, çünkü
haklılar. Patronların da patronları var;
zincirleme bir reaksiyonla iş dünyası kabuk değiştiriyor ve dünyamız da
rahat bir nefes alma yolunda ümitlerini kaybetmeden bekliyor.
"Ofis trendleri nelerdir?"
sorusunu, "insan çalıştığı yerden ne bekler?" şekline
dönüştürdüğümüzde, hemen her düşünen/çalışan insanın vereceği cevaplar aynı
şeyler olur. Aşağıda bunları konu başlıkları olarak sıralayacağım fakat mutlaka
bilinmesi gereken bir şey var: bir mimarın -adeta "sihirli"
diyebileceğimiz- değneği olmadan,
hepsini yapmak imkansız görünüyor.
Havalandırma
; ofiste sonunan hava
temiz, sabit sıcaklıkta, uygun rutubet oranında olmalı ve üflenti / rüzgar
tarzı hisler yaratmamalı, dikkat dağıtmamalıdır.
Yeşil
ofis; ofiste mutlaka
bitki ve/veya çiçekler olmalıdır.
Doğal
ve soft ışık; Daylight
ışıklar ile tanışana dek parlak ışıkların altında ışıldayan ofis insanı,
günümüzde ve yakın gelecekte doğal ve soft ışığın adeta sakinleştirici
atmosferinde çalışmak konusunda ısrarcı olacaktır.
Ayarlanabilir
Masalar; Ofislerdeki
değişen farklı iş şekillerine/mesleklere ve farklı zamanlı çalışan profiline
uyum sağlayabilecek ürünler olarak kimi zaman bir banko kimi zamanda pc masası
olarak kullanılabilecek ürünlerdir. Sadece iş şekli değil kişilerin fiziksel
yapılarına uygun en efektif ve ergonomik çözümleri sunmalıdırlar
Modern
toplantı ve konferans salonları; Özellikle
verimli toplantılar için (herkes için aynı) konforlu koltuklar ve/veya rahat
yastıklı sandalyeler; renkli objeler ile donatılmış, ferah, bahçeli ve/veya
bahçe havasında naturel bir ortam; herkesin birbiri ile göz temasında
olabileceği, fırsat eşitliğini sağlayacak yatay bir yerleşim düzeni sağlanması
gerekiyor.
Duvarlar;
nötr renk duvar boyaları ve çok dikkat çekmeyen ama ortamı rahatlatan
tabloların asılmış olması ortamı klostrofobik olmaktan uzaklaştıracaktır.
Gürültü
Faktörü; açık ofislerin trend olduğu günlerden
bugünlere bakıldığında birçok olumlu ve olumsuz yorum alabiliriz. Çoğu insan bu
tarz ortamların fayda veya sıkıntılarını yaşamıştır. Çalışanların, hayatlarının
önemli bir kısmını geçirdikleri ofislerdeki en büyük sıkıntıları, gürültüdür. Bu
kavram, kişinin duymak istemediği her türlü sesi kapsar; hayat kalitesini de iş
kalitesini de olumsuz etkileyen bir faktör
olarak açık ofislerin dezavantajıdır.
Bilinçli ve otokontrol yeteneğini geliştirebilmiş kişilerden oluşmayan çalışma
grupları bu yerleşim düzeninden kaçınmalı ya da akustik paneller vb. elemanlar kullanarak
gürültüyü perdelemek yollarını araştırmalıdırlar.
Eğlence; Açık ofisler, çalışanların
birbirlerinden sıkılarak rahatsız olacağı ortamlara dönüşme riski taşırlar.
Herkese özel bir odanın verilemeyeceği kalabalık ekiplerde, bireyler arasında etkileşimi
teşvik edebilecek, kaynaşmayı sağlayabilecek önlemler alınmalıdır. İşyerlerindeki
anlaşmazlık ve hatta kavgaların çıkış sebeplerinden en önemlisi, yerleşim
düzenindeki uyumsuzluktur. Çalışanlar arasında karakterleri birbirlerine taban
tabana zıt olanlar yanyana getirilmemelidir. Bütün çalışanların birbirlerine
kaynaşabilmeleri için, küçük müsabakalar, minik partiler ve benzer/hoş
etkinlikler düzenlenmelidir.
Ofis
Düzeni; ofislerde
yaşanan çatışma ve krizlerin ofis yerleşim düzeniyle çok yakından ilgili olduğu
kanıtlanmıştır. Fakat bireylerin bireylerle etkileşimlerinin ötesinde,
bireylerin ortam ve eşya ile ilişkisi de göz önüne alınmalıdır. Aşırı aydınlığı
sevmeyen birinin pencere kenarına oturtulması, o kişide gerginliğe sebep
olabilir. Bilgisayar ekranının herkesçe görülebilir olması, bazı kişilerde
(lüzumsuz da olsa) huzursuzluk yaratabilir. Renkler, formlar, dokular,
malzemeler... her çalışanda aynı etkiyi yaratmazlar. İnsan(lar)la birebir / insanın birebir /
insana birebir.. çalışanların oluşturduğu ekiplerde psikolog desteği olması
gerekip gerekmediği sorulması gereken ilk sorudur. Yanıt bellidir: işveren,
psikolog yardımı olmadan bu sorunlarla baş edemez.
Son
söz
Bütün yukarıda sıralamaya çalıştığım
trendler (ve daha fazlası), işveren için fazladan maliyet içeren uygulamaları
gerektiriyorlar. Akıllı binalar için yapılan extra masraflar -getirdikleri
prestij bir yana- zaman içinde mutlak
surette kendilerini ödüyorlar. İşveren, akıllı binaya yatırım yaptığında,
otomatik olarak ofis düzenini de binaya uyumlu hale getirmesi gerektiğini
biliyor: en iyi randıman için, her iki yatırımın, birlikte yapılması gerekiyor.
İşte burada, insan faktörü öne çıkıyor. Bu binalarda, günümüzde Y jenerasyonu
çalışıyor. Fakat bu jenerasyon, sanıldığı gibi homojen değil. Büyük bir
çoğunluğu, daha eski jenerasyonların kalıntılarını hala üzerlerinde taşıyorlar.
Y jenerasyonu, kendi içinde büyük kutuplaşmalara sahip, özellikle gelişmekte
olan ülkelerde.
Neyse ki 2000 lerden günümüze Z
jenerasyonu da 15 yaşını bitirdi. Y jenerasyonunun kendilerine bırakacağı relax
ofis / ofis / çalışanların ofise gelmediği ofis... gibi kavramları Y’lerden miras olarak alacak
ve Y’lerin kurdukları bu ofisleri geliştirerek birlikte çalışacaklar. Bu alanları, içlerinde doğdukları üstün
teknolojiye yakınlıkları ve sosyal iletişim yetenek ve kapasiteleri ile
birleştirecekler. Tamamen arınmış oldukları, sırtlarında taşımadıkları kalıntıların
hafifliği ile dünyayı ve insanlığı kurtaracaklarını ümit ediyorum. Rekabetleri
kuşaklarla değil, dünya için elele ve sadece kendi aralarında olacak.
Birkaç on yıl sonra, akıllı binalara
da ihtiyaç duymayacakları; özel hayatlarının yanısıra iş hayatlarını da oturdukları
yerden yapacakları konusunda çok ciddi teknolojik sinyaller alıyorum. Umarım,
tarih okurken, bizlere de birazcık minnet duyarlar.
Özlem Devrim
Trend Danışmanı & Endüstriyel Tasarımcı
www.trendssoul.com