İlk insanlardan günümüze, içgüdüsel
başlayan resmetme/resmini yapma ve renklendirme davranışı, binlerce yıldır
dışavurum, etkileşim ve iletişim aracı olarak kullanılıyor. Avcılık deneyimlerinde
karşılaştığı hayvanları betimleyen duvar resimleri, insanın ilk eserleridir ve ilerleyen
zamanlarda renkleri de kullanarak kompozisyonlar da ürettikleri görülür.
Kelimelerin ve ifade şekillerinin kısıtlı olduğu dönemlerde resim –giderek
renklenen resim- insanların ilk ortak dilini(n temelini) oluşturur. İnsan, kendini anlatabilmek için mi
resim/resmini çizmeye mecbur kaldı yoksa içgüdüsel olarak sahip olduğu bir
sanatsal yönü vardı da onu mu kullandı? Sorusunun cevabı bizi “sanat yeteneğinin sonradan geliştiği” gibi
bir varsayıma da götürebilir. Ancak bu, hemen ve kolaylıkla çürütülebilir çünkü
insanın duvarlara resim yapmakla yetinmediği; renkli taşları ve çeşitli
kabukları kullanarak (diğer bütün canlılarda asla görülmediği şekilde)
kendisini süslediği buluntularla ispatlanmıştır. İnsanın bugün sahip olduğu ve
gelecekte de sahip olacağı her şeyini sanatsal yeteneğine borçlu olduğunu
söylemek, bence yanlışlanması imkansız bir tezdir. Modern insan için resim,
tarihe not düşme görevini bugün bile sürdürüyor; dışavurum, etkileşim ve iletişim aracı olarak
daha yoğun kullanılıyor. Sanatın insan genetiğindeki yeri hiç değişmiyor; bireysel,
biçimsel ve yöntemsel olarak sürekli gelişiyor, evrim geçiriyor fakat vazgeçemediği,
hatta varlığının temeli olan bir şey var: renkler.
Işıktan maksimum yararlanabilmenin
vazgeçilmez koşullarından biri, ışığın oluşturduğu renkleri ayırd edebilmek: etrafımızdaki
bütün varlıkların ve objelerin bir rengi var. Renkli görebilmek, renkleri
görmek ise insan gözünün en mükemmel özelliği, insanın en nitelikli yeteneği.
Hal böyle olunca, insanın renklerle ilişkisi, fiziksel ve ruhsal alanda vazgeçilemez
oluyor; bu ilişki modern hayatla birlikte giderek karmaşıklaşırken,
vazgeçilemez her şeyde olduğu gibi insanı “renklerle ilişkisini yönetme” gibi
fazladan bir yükün de altına sokuyor. Sosyolojik ve psikolojik açıdan pek çok
insan bu yükün altında olduğunun/kaldığının farkında bile değil. Örneğin, iki
kişinin tek bir şeyi seçmek zorunluğu ortaya çıktığında bunu umursamamak en
basit kurtuluş/kaçış yolu ve üstelik pozitif bir getirisi de var. Fakat bu
kaçış sanılan şey, fiziksel alanda puan getiren bu davranış biçimi, ruhsal
alanda bir bedel taşıyor da olabilir. Hergün (her nedense) nefret edilen bir renge
bakmak zorunda kalmak, yıllar sonra ruh doktoruna yolu düşen biri için, hiç hatırlanmayan, unutulmuş bir sebep
olabilir. Vazgeçilmiş bir tercih, uğruna vazgeçilen kişiyle ayrılığın temel fakat hiç akla gelmeyen
nedeni olabilir. Bu örnekler, insan sayısı kadar arttırılabilir fakat unutulmaması
gereken ve asla değişmeyecek, yoğunluğu giderek artan bir gerçeklik var: modern
insan, bütün ilişkilerini yönetmeyi öğrenmek zorunda fakat bütün ilişkilerin değişmez,
en temel girdisi de renkler.
Öyle ki, rengin formdan önce geldiği
bile iddia edilebilir: rengi değiştirilemeyecek objelerden vazgeçmek, modern
insan için çok olağan bir davranıştır. Öte yandan, biçimin renk üzerinde
belirleyici bir etkisi olduğu da doğrudur, yadsınamaz: her renk, her
objeye/biçime yakışmaz; obje (adeta) kendi rengini ister/belirler.
Porsche ve diğer spor arabalar neden
kırmızıdır? Elektronik eşyaların siyah ve gri tonlarında olması, ilaç
ambalajlarının ana renginin beyaz ve diğer açık renkler olması tesadüf müdür?
Bu örneklerde biçim, rengi konusunda belirleyicidir ve bilinçli olarak seçilen
renk, kritik başarı faktörüdür.
Buna karşılık, rengin de biçim
üzerinde belirleyici bir etkisi olduğu söylenebilir mi? Kesinlikle evet. Yılın rengine boyanmış bir
Porsche, o inanılmaz güzellikteki gövdesinin/biçiminin bütün cazibesini
kaybeder. İlaç ambalajlarının kırmızıya boyandığını hayal etmek bile insanı
ürpertebilir. Bu örnekler, rengin biçim üzerindeki olumsuz etkilerine örnektir.
İşte burada, rengin üzerinde en çok belirleyici role sahip olduğu biçime, insan
vücuduna bakmak gerekir. Giyim-kuşam, saç ve makyaj, aksesuar-takı... Moda
dünyasının vazgeçilmezi insan vücudu, renklere en çok bağımlı olan, en küçük
bir renk değişikliğinden bile etkilenen biçimdir. Burada, modacıların ikilemi
ortaya çıkar: biçim üzerine biçim yakıştırmak, ve üstelik, hangi renkle(rle)?..
Dünyanın en zor mesleği (bence) moda tasarımcılığıdır. Herhangi bir insan
renklerle ilişkisini yönetmek konusunda zorluklar yaşarken moda tasarımcıları
bunu bütün insanlar adına yüklenirler. Çok ender alkışlansalar bile, hiç takdir
edilmeseler bile, insanın kendi biçiminin farkına varmasında temel (hatta tek)
unsur, moda tasarımcılarıdır. Yarış arabalarının hangi renkte boyanmaları
gerektiği, ilaç ambalajlarının rengi, yeşillikler ortasındaki bir binanın dış
boyası, küçük bir mutfak aletinin rengi... Bilimsel yöntemlerle laboratuar
ortamlarında deneklerle ve/veya satış istatistikleri, testler, piyasa
araştırmaları gibi çok çeşitli yol ve yöntemlerle bu objelerin en ideal
renkleri saptanabilir, saptanıyor. Çünkü bütün bunlar endüstriyel objeler, seri
halde üretiliyorlar; insan böyle mi?.. Bir moda tasarımcısı kendisine
yakıştırdığını beğenmemek, insana özgü bir tepki, normal. Fakat bir moda
tasarımcısının eserini, kendisine hiç yakışmadığı halde giymek/kullanmak normal
değil.
Yakışmak ya da yakışmamak, bir moda
tasarımcısının gözünden bile bakılacak olsa, sübjektif ve göreceli bir yargı.
Bu konuda elbette kabul edilmiş belirli normlar, yani hemen herkesin
bildiği/öğrenebileceği nesnel kurallar var. Fakat bu nesnel kurallar bile
bölgesel ve kültürel farklılıklara/göreceliğe sahipler. Nesnel kurallar, insan
vücudunun fiziksel boyutları ile ilgili. Oysa ki renklerin bir de
sübjektif/ruhsal boyutu var ki hiçbir şekilde değişmiyorlar; göreceli değiller,
bireysel ve kültürel farklılıklara bağlı değiller: genel ve değişmezler,
evrenseller. Bunları her yerde hemen herkes bilir: kırmızı güç, enerji ve
ihtirasın rengidir; sarı; enerji verir, neşelidir; yeşil, doğa gibi
sakinleştiricidir, güven verir; turuncu, heyecan ve ateşi simgeler; mavi, sakin
bir renktir, özgürlük hissettirir, güven verir; mor, derin duyguların,
sezgilerin rengidir. Rengin sıfır derecesi sayılan beyaz, siyah ve gri tonları
saygınlık çağrıştırır.
Moda tasarımcıları arasında gevşek de
olsa bir işbirliği sağlamak, moda dünyasını enerjik tutabilmek adına sayısı bir
elin parmaklarını geçmeyen kurumlar, yıllık veya altışar aylık dönemler için, o
yıla/döneme özgü bir renk/renkler seçerler. Hemen her moda tasarımcısının tercih
ettiği bir otorite vardır. Yılın/dönemin rengi/renkleri, konuya aşina
olmayanlar tarafından -çok ender de olsa- saçmalık olarak değerlendirilebilir.
Oysa ki –ekonomik vb.- sayısız getirisi vardır. Bu yazının boyutlarını dar
tutmak adına söylemem gereken, tercihlerin sınırlandırılmasındaki temel
faydadır: moda tasarımcıları arasındaki olağan yarışın seçili renkle(rle) kısıtlanması,
yarışmanın tek kulvarda yapılmasını gerektirir: tek renk fakat –çoğunlukla
isteğe bağlı- sınırsız sayıda kombinasyon... Kombine renklerin de teklif
edilmesi olağandır fakat bu, kolay bir yarış değildir; herşey renklerle bitmez çünkü
moda dünyasında: rengin kişisel bağlamda değerlendirilmesi sübjektiftir fakat rengin
kumaşla, desenle ve biçimle uyumu nesneldir. Her otorite rengini açıkladığında,
her bir renk eleştirmeni kendi değerlendirmesini yapar. Ben -kişisel olarak- sübjektif
yargıların, eleştirilerin yapılmasını doğru bulmam. Bu bir yarıştır ve “tek”
renk, yarışma şartnamesinin “tek” kuralıdır; güzel veya çirkin olması değildir
önemli olan. Ben, bir moda tasarımcısı gibi düşünür ve rengin hangi biçimlerde
nasıl duracağına, hangi tonlarla kombine edilebileceğine odaklanırım. Becerdiğimi
söyleyemem, insanı giydirmek konusunda eğitim almadım, moda tasarımcısı değilim
ne yazık ki. Fakat kendi alanımda, endüstriyel obje tasarımı ile iç dekorasyon
konularında ve kendi giyimimde, özenli
davranırım.
Renklerin
Geleceğine bir Bakış
Renkler biçimleri görünür kılarlar,
insanın biçimlerle ilişkisi de renkler vasıtası ile olur. İnsanın biçimler
hakkındaki ilk yargısı, biçimin kendisi ile rengi arasındaki ahenge verdiği
tepkidir. Bu yargı o kadar sübjektif olabilir ki insan, hakkında bilgi sahibi
olmadığı en tehlikeli yaratıkları bile çok sevimli bulabilir. Dünyanın en
zehirli yaratığı, dokunulduğu anda insanı felç eden ve sadece 1 dakika içinde
öldürebilen zehirli ok kurbağası o kadar güzeldir ki avucuna alıp sevmek istemeyecek
bir insan zor bulunur. Oysa ki doğada bu tür parlak ve göz alıcı renkler ile
desenler “bana dokunma” mesajı taşırlar. Bütün hayvanların ortaklaşa anladığı
bu mesaja, doğada sanat yeteneği sadece kendisinde olan insan ters tepki verir.
Asla çıplak gözle bakamadığı güneşin resimleri, hele o patlama resimleri,
sadece insana bir sanat harikası, asla çizilemeyecek/boyanamayacak kadar güzel
bir tablo olarak görünür.
Bilim ve teknolojinin hiç olmadığı
günlerden bugünlere kadar bu tepki hep böyle olmuştur. Gelecekte de böyle mi
olacak, böyle mi kalacaktır? Gelecek hakkında öngörüler yapmak gerektiğinde, en
kısa (yakın) gelecek 10 yıl olarak baz alınır. Daha ötelere bakılacaksa zaman,
onar yıllık dilimlerle ötelenir. 20, 30, 40 yıl sonra renkler (ve desenler)
insanları aynı biçimde etkilemeye devam edebilecekler midir? Bunun böyle
olmayacağını, böyle kalmayacağını kabul etmek, insanın kendisini inkar etmesi
anlamına gelir. Sanatı ile varolan ve sanatı ile medeniyetini (başlatan ve)
yücelten insanın kendi dinamiğinden vazgeçmesi demektir bu. Ama, insanın kendisini
inkar etmesi, kendi dinamiğinden vazgeçmesi, insanın evrimi/evrilmesi anlamına
geliyor olamaz mı? Evet diyebilmek için öncelikle yapılması zorunlu bir şey
var: sanatın dışında bir başka dinamik bulmak. 1992 yılında aramızdan ayrılmış
olan Isaac Asimov, o dinamiği hissetmiş, öngörmüş ve bilim kurgu romanlarında
bize göstermiş olabilir mi? Robotlar –ve diğer her şey- hakkındaki bütün
öngörüleri bir bir ispatlandı adeta, henüz beklentide olanları bile var.
Ben, kişisel olarak, bir yol ayrımına
yaklaştığımızı düşünüyorum. Aslında, bu bir yol ayrımı bile olmayacak, insanın
kendisini inkar etmesi hiç olmayacak. Bu, yepyeni bir şey, bence insanın var
oluşunun temel sebebine ulaşması (geri dönmesi) olacak: medeniyetin
dinamiği/motoru –insansı- robotlar ve quantum bilgisayarlar(ı) olacaklar, bütün
mekanik işleri yapacaklar. İnsan, gene sanatı için, sanatı ile var olacak fakat
artık sanat salt mutluluğun dinamiği/motoru olacak; insan mekanikle
uğraşmayacak, ruhsal yeteneği ile sadece ruhsal hayatı için yaşayacak. İnsanın yeryüzünü adeta cennete –sevgi dolu
bir evrene- çevirebilmesinin tek yolu, bugün bilime ve teknolojiye harcadığı
gücü ve yeteneği sanata, salt sanata geri döndürebilmesi olacağına inanıyorum.
Evrenin bilgisi ile donanmış olarak ilk güne yeniden uyanmak, bu muhteşem bir
şey olacak.
Yakın geleceğe, 20 veya 30 sene sonrasına
bakalım: Porsche kırmızı renk ile mükemmel bağdaşır ama gelecekte Porsche
sürücüsüz kullanılacaksa kırmızısının bir anlamı kalır mı? Her vites
yükselttiğinde koltuğa yapışmanın hazzını insan, elleri direksiyonda değilken
yaşayabilir mi? Yeri gelmişken, kaç kişi bu hazzı deneyimledi, diye sormak da
gerekmez mi? Ya Porsche uçmaya başladığında ne olacak? Unutmayalım, uçan araba
yapıldı, fakat pratik hayatımıza henüz girmedi. Uçakların, gemilerin radarlarda
görünmez yapılabildiği günümüzden ötelere gidildiğinde, görünmezlik pelerinleri
ile tamamen görünmez olacakları söyleniyor. Hatta, 2014 yılı ortalarında
Almanya’daki Karlsruhe Teknoloji Enstitüsü (KIT) dünyanın ilk “hissedilmeyen
mekanik” görünmezlik pelerinini
ürettiğini açıkladı bile. İleri
teknolojiye sahip bütün ülkeler bu konuda araştırma yapıyorlar. Biçimlerin
görünmez olması durumunda, renklerle ilişkisi ve insanın bu biçimlere
(görebileceği zamanlarda) vereceği tepki nasıl olacak? Elektronik aletlere
gri-siyah tonları yakışır ama graphene gibi nano teknolojik kabukların içindeki
elektronik ürünlerde (eğer hala olacaksa) renk tercihi yapmanın bir hazzı
kalacak mı? Eğilip bükülebilen malzemelerle üretilecek ve bir bilezik, hatta
bir küpe kadar olabilecek mobil telefonların renkleri(?) bizi nasıl
etkileyecek? Giyilebilir nano teknolojik kumaşlardan yapılacak elbiselerimiz ile
günlük hayatımızı yaşayacak, spor yapacak, güneşten ve kendi adımlarımızdan
elde ettiğimiz enerji ile bir yandan da vücudumuza masaj bile yaptıracağız. Bu
akıllı kumaşlar, kanımızdaki şeker düzeyini ve kalb atışlarımızı sürekli
ölçecek ve tehlike halinde doktorumuza haber verecekler. Artık kış günlerinde
bu kumaşlardan yapılmış elbiselerin içinde hiç üşümeyecek, kutuplarda bile olsa
titremeyeceğiz. Peki, bu kumaşların sabit bir rengi de olacak mı? Yoksa, canı
isteyen canının istediği herhangi bir renge dönüştürebilecek mi elbisesini?
40, 50, 60 sene sonrasındaki geleceğin
nasıl olabileceğini tam olarak bilemesek bile, bilim ve teknoloji dünyasındaki
otoriteler (üniversiteler, enstitüler, laboratuarlar vb.) yazılı ve görsel
basını kullanarak yaptıkları açıklamalar ile insanlığı geleceğe hazırlıyorlar.
Gelecek hakkında akla gelebilecek –pratik hayatla ilgili- bütün bu soruları
sormak ve cevapları hakkında öngörülerde bulunmak, futurist olmak (gelecekle
ilgili özgün öngörülerde bulunmak) anlamına gelmiyor, çünkü bütün bu gelişmeler
zaten topraktan çıkmış, filizlenmiş (kamuya açıklanmış) ve giderek büyüyorlar;
cevaplarını da iyi kötü –medya ile ilişkisi olan- hemen herkes biliyor. Bir
futurist(?) bütün bu verileri toplayarak
genel bir yaşam senaryosu oluşturabilir (ve bu senaryo ile danışmanlığını
yaptığı kişi veya kuruluşu özel geleceğine hazırlar) ve zaten beklenen de bu
olmalıdır. Böyle genel bir yaşam senaryosu, genel hali ile ancak bilim-kurgu
filmlerinde kullanılabilir. Gerçek anlamda tüm insanlığın geleceği ile ilgili
bir öngörüde bulunabilmek için 70, 80, 90 yıl sonrasını, yani toprağın altında (araştırma laboratuarlarında) henüz
filizlenmemiş tohumları gör(ebil)mek gerekiyor ama ispatlanması için de 70, 80,
90 yıl gerekiyor!..
Laboratuarlara kapanmış harıl harıl
deney yapmakta olanlar sırlarını açıklamaya çok meraklı görünmüyorlar,
ceplerindeki leblebileri birer birer çıkarıyorlar fakat –geleceği tahmin
edebilmek için- gene de onları takip etmekten başka çare yok. Beynin sırlarını
çözmek için (yapay zeka) sınırsız ödeneklerle araştırma yapanlar dışında -belki
onlar bile- nereye ne zaman
varabileceklerini bilmiyorlar, çoğunluğu
tesadüflere bile bel bağlamış olabilir. Ancak, buna çok inanıyorum, bana öyle
geliyor ki insan, uygarlığının tek sebebi olan sanatsal dünyasından asla
kopamayacak. Moda gene var olacak, var kalacak diye düşünüyorum. Fakat herkes,
aynaya değil de tıpkısının aynısı insansı kopyasını giydirerek kendisine neyin
yakışıp yakışmadığına karar verecek, aynaya bakarken elbisesinin rengini
değiştirebilecek ve modacılar da rahat bir nefes alacaklar. Mutlaka ve mutlaka,
renkler gene bizi etkileyecek çünkü varlığımızın, ruhumuzun özü renkler ve
ışık. Sanatsız ve renksiz bir hayat, insansı olmakla aynı şeydir diye
düşünüyorum.
Özlem Devrim
Trend Uzmanı - Endüstriyel Tasarımcısı
www.ozlemdevrim.com