Ülkemizde Endüstriyel Tasarım (ve
Sorunları)
70'li yıllar (yatay analizde) Amerika ve
Avrupa'da "post-modern" akımların ortaya çıktığı ve mimarlığı bütün
şiddeti ile bir dönüşüme (yeni bir 'izm'e) zorladığı yıllardır. Ülkemizde ilk
dönem ve sonrası mezunların, teorik / kavramsal anlamda "endüstriyel ürün
tasarımcıları" olmaktan öte, pratikte bir varlık gösterebilme şanslarının
hiç olmadığını düşünmek, montaj dönemindeki bir sanayide, yanlış olmaz sanırım.
Kendi okullarında öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladıklarında
bazılarının, etkisi altında kalmadıklarını asla düşünemeyeceğim post-modernist
akıma da uygun kavramsal (ve asla endüstriyel olmayan) projeler ürettiklerine
ve öğrencilerini de böyle yetiştirdiklerine, kişisel olarak inanmakta bir
sakınca görmüyorum; günümüzde, her okulun mezunu hakkında piyasada oluşmuş bir
önyargının nedenini de burada görüyorum.
30-40 yıl öncesinde, iyi niyetle, aynı
anda, ileriye yönelik birbirine paralel (sanayide ve eğitimde) iki atılım
yapılmış olması gerçekten takdir edilesi bir durum fakat ne yazık ki (yarıda
bırakıldığı için olabilir) "planlama" her şey demek değilmiş. O
günden bu güne ortaya çıkan tabloya göre mezunlar, mimar değildirler;
çalışabilecekleri sanayi kuruluşları/fabrikalar da (özellikle ilk yıllarda hiç
yokken) günümüzde bu mesleğe bilinçli ve yeterli talebi yap(a)mamaktadırlar.
Mimarlığın herhangi bir (iç mimarlık gibi) alt alanına da ait değildirler. Salt
sanatçı (ressam?) olarak da kabul edilemezler. Onlara "endüstri ürünleri
tasarımcıları" oldukları dayatılır fakat başka hiç kimselere (ve piyasaya)
bu mesleği kabul etmeleri de dayatılmaz (mesleğe cazibe kazandıracak
kolaylıklar / tedbirler alınmaz).
Ülkemizdeki mimarlığın, ithal edilmiş
endüstriyel ürün tasarımının ülkemizdeki başlangıç tarihinden (70'lerden) daha
gerilere giden bir "ürün tasarımı" tarihi yoktur. Türkiyedeki bu
tarihsel gerçek, beni gerçekten (ülkemin ekonomik çıkarları adına) kişisel
olarak çok üzen bir "rekabet" yaratmaktadır. Bu rekabetin ortaya
çıkmasında bir yanlışlık yok üstelik şaşkınlık yaratacak beklenmeyen bir şey de
değil. Mimarlık mesleğinin elinde, (en az yarısı) kendilerine ait olmayan fakat
sahiplenerek kullanabilecekleri tarihsel bir miras vardır. İsterlerse antik
yunan tapınaklarından, isterlerse Selçuklu mimarisinden alarak başlatacakları
bir geçmişleri vardır. Bu alana, hiçbir endüstriyel tasarımcı girmez, haddini
bilir. Fakat sorun, örneğin bir "Peter Behrens" mirasının
paylaşılması ile başlar: ilk masa üstü aspiratörü (veya ilk tost makinasını)
yap(a)mamış bir ülkenin çocukları, yanlış(mı?) başlatılmış ve hala yanlışlığı
düzeltilmeyen bir eğitimin (bence) kurbanları olarak, aslında hiç bir şekilde
bir parçası olmadıkları, hiç bir aidiyetleri bulunmayan bir miras üzerinden (sosyo-ekonomik)
paylaşım rekabetine düşerler. Bunu, örneğin bir David Munro'nun veya o günün
planlamacılarının önceden görememiş olduklarını kabul etmek bence imkansız;
"acaba gelecek için ne düşünüyorlardı da yarım kaldı?" sorusuna cevap
aramak gerektiğine inanıyorum.
Günümüz Avrupasında endüstriyel ürün
tasarımı için (mimarlıkça) yapılan durum "saptama"sında görmezden
gelinen, tasarımcının fabrikalarda çalışmasını gereksiz kılan "tasarım
büroları" seçeneğinin Türkiye'de oluşturulmasındaki güçlük ve geç kalınmış
olmaktan kaynaklanan imkansızlıktır. Güçlük, öncelikle rekabetin, her iki
tarafı da yıpratan (tarihi sahiplenmedeki) saçmalığından kaynaklanıyor. Çünkü
bu rekabet, mimarlar ile endüstriyel tasarımcılar arasında olması gereken
dayanışmayı engelleyerek, doğrudan mesleğin (olmayan) itibarının erozyona
uğramasına, törpülenmesine yol açıyor. Mesleğin kavramsal değerleri ile
tarihini sahiplenerek "ben daha iyisini yaparım" sürtüşmesi, araya
giren yabancıların (fırsatçıların) işine yarıyor çünkü "gerçek sahip"
onlar!.. Bu güçlük, kendi yarattığı dinamikle sürekli beslenerek, tasarım
bürolarının kurulup gelişmesini de geciktiriyor çünkü diğer disiplinler (inşaat
mühendisliği dışında), kendilerini mimarlığa pek yakın ve organik olarak
ilişkili görmediklerinden (hiç bir fabrikada bir mimarın çalıştığı görülmüş
olmadığından) böyle bir tasarım bürosu kurulması yönünde piyasada bir talep
yarat(a)mıyorlar. Buradan anlaşılıyor ki batıyı taklit ederek (ve bir
saptamanın arkasına sığınarak) kendi özgün tavrımızı ortaya koymamak, bu
planlamayı zamanında yapmış olanların ne düşündüklerini değil de bugün ne
yapabiliriz sorusuna cevap aramamak, kesinlikle sanayimizin yerinde saymasına
göz yummaktan öte bir şey olmayacaktır. Ancak, şu da bir gerçektir ki sanayi,
tasarımı ithal ederek çıkış yolu bulabilme şansına sahip iken tasarımcı
"işsiz" kalacaktır. Mimarlık, fabrikada olabileceği hiç düşünülmeyen
bir meslek olarak geri çekilip bugünden endüstriyel tasarımcılığın fabrikalara
girmesine destek vermedikçe, ileride kendisi için tasarım büroları açmak da hep
bir hayal olarak kalacaktır.
Tasarım bürolarının bugünden
kurulabilmesindeki bir başka zorluk da, yaz aylarındaki bir veya iki aylık
göstermelik stajlar sonrası piyasaya çıkmış bir tasarımcının (bence mimarlık
mesleğinde de olduğu gibi) serbest işler yapabilmesinin hiç mümkün olmayışıdır.
Bu tür çabalar, başarısız kalacağı kesin tasarım denemeleri ile piyasada itibar
aşınması da yapar. Eğitimde ihtisaslaşma ise (hatta bu amaçla eğitim süresini
uzatmak düşüncesi) nedense hiç tartışmaya açıl(a)maz. Dört senelik bir eğitimi
vermekte zorlanan kaynakları kısıtlı bir ülkede mezunların, kişisel olarak çaba
göstermeleri, neticede getirisi kendilerine dönecek bir çemberde gayret
göstermelerini beklemek pek de haksızlık sayılmaz. Ancak, içinde soluk aldığı
fakat farkında olamadığı hava gibi (kendisine okulda öğretilmemiş olan)
teknolojiyi de tüketen/kullanan bir yeni mezundan, tüketilecek (yeni) değerleri
hemen üretmesini beklemek, çok iyimserlik olur. Farkında ve şanslı yeni
mezunlar, bir fabrikada iş bulabildiklerinde ise, onları her nasılsa işe alma
gereğini görmüş/hissetmiş/kabul etmiş "öncü yöneticilerin" koruması
altında, mesleklerini (kişisel iletişim kurma becerilerini kullanarak) diğer
disiplinlere "şirin göstermeye" ve üretimde sorumluluk almaya
çalışırlar çünkü fabrikadaki disiplinler, kendi aralarında bir mimar(?) görmeye
alışık değillerdir: rekabet, ilk problemi burada yaratır. Madalyonun diğer
yanında ise, kendilerini gerçekten mimar (veya bir ressam!..) zannedenler
vardır ki şirinliklerinin, bir başka alanın güç ve itibarı ile bazen aşırıya da
kaçabildiğini, hatta çoklukla böyle olduğunu ve diğer disiplinlerin tavır almak
zorunda kaldıkları da ne yazık ki duyulmaz değildir. Kabul edilmelidir ki
bugün, ülkemize özgü olduğunu düşündüğüm, endüstri ürünleri tasarımının eğitim
sistemi içindeki (yapay) konumundan ve mimarlık dahil diğer bütün disiplinlerle
arasındaki ilişkinin belirsizliğinden kaynaklanan ve hiç zaman kaybetmeden
çözüm bulunması gereken bir sorunla karşı karşıyayız.
Sanat ve Teknoloji
Bir mimarın "kül tablası çizmek, bina
çizmekle bir tutulur mu?" deyişinde (mimarca / kuramsal) bir mantık vardır
fakat bir endüstriyel tasarımcının "bir evye çizmekle bir araba çizmek
arasında ne fark var ki!." deyişi üzerinde hakikaten ciddi ciddi düşünmek
gerekir. Her ikisinin de malzemesinin "sac" olması ve preste
basılmaları dışında ortak hiçbir yanları olmayan böyle iki ürünü aynı kefeye
koymak, ancak yeni mezun bir tasarımcının, ayakları henüz yere basmadığı (benim
de aynısını yaşadığım bir dönemde) hoş karşılanabilir, teoride doğrudur
(okullarda, ürünlerin gruplandırılmaması ve uzmanlaşma olmaması nedeniyle,
sadece teoride doğrudur, pratikte değil). Ancak, şu unutulmamalıdır ki hoş
karşılayanlar, sadece mesleğin eskileridir; çünkü (eğer olmuşsa!..) böyle
düşünülmeden söylenmiş sözler, bir mühendisi çileden çıkarmaya yeter de artar
bile. Bir nesnenin (resimde: konunun), iki boyutlu bir düzlemde -kağıtta- üç
boyutlu (olmayabilir de!..) bir resmini çizmekle, -bugün- aynı nesnenin üç
boyutlu (CAD ortamında) teknik resmini/ planını çizmek, aynı şeyler gibi
görünseler de çok farklı şeylerdir.
Her endüstriyel ürünün (eğer tamamen
sıfırdan başlayarak tasarlanmıyorsa) kendisine özgü ve kalın çizgileri ile ele
alındığında (kendisinden bir önceki nesilden miras aldığı ve "yenileştirme
/ iyileştirme" süreçlerinde varlıklarını koruyan) artık parametresi /
karekteristiği olmuş "değişmezleri" vardır. Evye, enerjiyi
dönüştürmeyen en basit ürünlerden biri olmasına rağmen, tamamen farklı bir
tasarım, tamamen yeni bir kalıp anlamına gelir ve üretici, bu kalıbın (ürünün)
piyasada tutup tutmayacağını zar atarak hesaplamaz. Günümüzde, hemen hemen hiç
bir ürün, (özellikle, enerjiyi dönüştüren ürünlerin en uçtaki bir örneği olarak
araba) tamamen sıfırdan başlayarak tasarlanmaz çünkü bu inanılmaz bir maliyet
getirebilir ve endüstri ürünlerinin tasarımındaki o vazgeçilmez
"ucuzluk" ilkesine de ters düşer (kabuğu tamamen farklı görünen bir
arabanın bile şasisi ile motor ve vites kutusu gibi elemanlarının şasiye
bağlanma yerleri/ölçüleri, aks aralıkları.. hemen hemen sabittir). Üstelik,
risklidir: bu mesleğin eğitimini almış her bireyin (ressamların değil) bilmesi
de gerekir ki böyle tek bir ürün bile, eğer piyasada tutmazsa, o şirketi (tam
anlamıyla) batırabilir (ya da, birkaç milyar dolar zarara uğratır!..). Evye
çizmeyi becerebilen -bir ressam- elbette bir arabayı da çizebilir ancak her
ikisini de çizebilmek için doğal yetenek (yani ressamlık) fakat sadece birini
çizebilmek(!) için mesleki eğitim (endüstriyel tasarımcılık) ve teknolojik bir
takım çalışması gerekir.
Teknik ile teknolojik kelimeleri
birbirlerinin türevleri olan fakat (bence, farkındalıkları yetersiz kalan)
bazılarınca aynı şeylermiş gibi algılanan iki farklı kavramdır. Teknik,
mühendislik disiplinleri ile olsun veya olmasın, 18 ve 19.ncu yüzyıllarda
olduğu gibi deneme-yanılma yöntemleri (bile) kullanılarak ve çoğunlukla
bilimsel (bile) olmayan tarz ve usullerle, yeni bir fiziksel ilke bulmak ve bu
ilkeyi kullanarak (kullanmayı öğrenerek) yeni bir makina yapmak becerisi,
yeteneği ve yolu/usulünü ifade eder. Hatta, önce (ilkel hali ile) makinayı
bulup sonra (makinanın çalışma) ilkesini bulmak da olasıdır. Tarih boyunca
yapılmış ilk teknik buluşlar (ve bu buluşların daha öte teknik buluşlar için
kullanılışı) ihtiyaçlar içinde kıvranan insanların adeta sağa sola çarpa çarpa
, havalardan düşe kalka, kafa göz yara yara yaptıkları buluşlardır.
"Teknik" fizikseldir (su), kimyasaldır (buhar), mekaniktir (saat),
dijitaldir (bilgisayar)... bazen bir makina bazen bir ilke veya formüldür:
babadan oğula geçer gibi miras alınır (idi) ve geliştirilir (idi); günümüzde,
en değerli ana bilim dallarından biridir, öğretilir: mühendislik konusudur.
Oysa ki "teknoloji" sosyaldir, soyuttur, formülü (bile) yoktur,
okullarda ne olduğu öğretilemez çünkü o bir "yaşam biçimi"dir çünkü o
bir "tekniği kullanma tarzı" dır çünkü o sadece bir
"kavram"dır. Tekniğin mucidi ve patenti vardır fakat teknolojinin
patenti yoktur çünkü teknoloji soyuttur ve özgündür: her toplum tekniği farklı
biçimde algılar, kullanır, geliştirir ve yaşar. Teknoloji, medeniyetler
arasındaki farklılığı yaratan temel unsurlardan biridir. Aynı teknik düzeye
erişmiş toplumlar arasındaki yaşam farkını (sosyal çeşitliliği) oluşturan temel
girdilerden biridir. Teknolojik insan, kavramlarla düşünen, böyle düşünmek
zorunda olan insandır; kavramların algılanması bile teknolojiktir: insanın
kendi teknik yeterliği, psikolojisi ve diğer insanlarla (ve hatta toplumların
birbirleriyle) ilişki tarzı ile de sıkı sıkıya bağlantılıdır. Sabahları işine
otobüsle mi yoksa kendi arabası ile mi gitme tercihini bile yaparken insan,
teknolojik insandır çünkü tekniği (toplumla ilişkisi anlamında) nasıl
kullanacağına karar vermektedir. Teknoloji tek başına yaşanmaz (teknoloji
sosyaldir); tekniğin ne olduğunu bilse bile, tekniğin ilkelerini başkaları ile
paylaşmayı bilmeyen, bu paylaşma biçimi kendisine öğretilmemiş insan veya
paylaşacak durumda olmayan bir insan, tekniği kullanır fakat teknolojiyi
"yaşayamaz". Tek başına bir adaya düşmüş insanın, nasıl ateş
yakabileceğini bilmesi ve ateşi yakarak ısınması ile günümüzdeki modern
binalarda insanın ateşle suyu ısıtmak için kalorifer tesisatı kurması ve ateşi
hiç görmeden ısınması çok farklı şeylerdir.
"Yeni bir teknoloji bulundu"
gibi bir söylem, ya başlı başına yeni bir "teknik usül" ya da
(eskiden beri) var olan birden fazla teknik usulün yeni bir tarzda/yeniden
birlikte kullanılabilmesi için yepyeni/başka bir yeni (nesil teknik) usül
bulunduğunu ifade eder: bulunmuş olan şey (yani teknoloji) bir
yol/yöntem/formül/usül/tarz...dır (yani tekniktir!..). Yukarıda yazdığım gibi,
teknik öğretilebilir fakat teknoloji öğretilemez; ancak ona ulaşma yollarının
ne/nasıl olabileceği hakkında bir eğitim verilebilir. Yukarıda "bence
farkındalıkları yetersiz kalan bazıları" derken, teknolojik bir dünyada
yaşadığının ve her tercihinin aslında "teknikte bir tercih" olduğunun
farkında olmayan insanları betimlemek istedim. Küçümsemedim, çünkü hepimiz,
havanın varlığını bilir fakat hava ile yaşadığımızı da unuturuz.
Evye çizmeyi becerebilen (bir ressam)
elbette bir arabayı da çizebilir çünkü ressamın, endüstri ürünleri
tasarımcılığı kuramının tamamen dışında kalan, kendi doğal tercihleri vardır:
"önce biçim mi yoksa konu mu?" diye başlar ve devam eder: perspektif
olacakmı, derinlik olacakmı, derinlik olacaksa biçimle mi olacak gölge ile mi
olacak; ışık olacak mı, olacaksa nereden ve hangi açıdan; figürler natürel mi
yoksa soyut mu olacak, yoksa, içinde hiç söz olmayan enstrümental müzik gibi
tamamen figürsüz mü olacak; figürler olacaksa, resim düzlemine nasıl
yerleştirilmeli, kompozisyon nasıl olmalı, figürler göze göründüğü gibi mi
çizilmeli yoksa tahtadan yontulmuş veya taştan oyulmuş gibi mi çizmeli,
yüzlerde duyguları yansıtmalı mı yoksa figürlerin elbiselerini öne çıkarıp
takılarla süslemeli mi, yoksa figürler parçalara bölünüp dağıtılmalı, rastgele bir kompozisyon mu yapılmalı.....
Bu soruları sonsuza kadar uzatabilirim, çünkü sanatın sonu (ve parametreleri)
yok. Oysa ki her gün mutfağında yemek yapan bir endüstriyel tasarımcı bile bir
evye çizmek zorunda kaldığında, önce bir atölyeye girip "saç
kalıpçılığını" öğrenmek zorundadır. Ya da hergün kullandığı bir mobilyanın
bir başka modelini kendince çizip de üretilemediğini gördüğünde, hiç
şaşırmaması gerekir.
Her insan (bence) doğal olarak bir sanatçı
fakat kendini ifade etmesi çok zor; ifade tarzı, yukarıda birazını sıraladığım
sorulara, doğanın içimizde verdiği cevapta saklı fakat (eğer uç vermemişse,
kendini belli etmiyorsa) bulmak gerçekten büyük bir sabır ve inat gerektiriyor.
Çünkü sanat, tekniğe (ve hatta teknolojiye) bağlı ve bağımlı değil, hatta
üzerinde; hal böyle olunca insan, içinde nefes aldığı teknolojiyi kullanıp da
içindeki hazineyi keşfedebilme şansına da sahip değil. Teknolojinin asla
beceremeyeceği şey de bu zaten: sanatı ortaya çıkarabilmek ve onu kullanmak.
Hayatta her zaman tam tersi oluyor: sanat bazen resim/heykel/edebiyat gibi
tekil formlara ve bazen de sinema/ tiyatro/bale/ mimarlık/ endüstriyel tasarım
gibi çoğul formlara bürünüp, teknolojiyi kullanıyor, onu alt üst ediyor, onu
değiştiriyor, onu aşıyor. Zanaat öldü mü demiştim? Hayır, zanaatın artık
günümüzün "antik meslekleri" eserlerinin de "antika
eserler" grubuna girdiğini söylemiştim. Bu -antik- mesleklerden herhangi
birini -ısrarla- sürdüren birkaç kişinin bugün yaptıkları veya dünden bugüne
kalmış antik(a) eserleri, bugün kaç kişi satın alabilir?.. Sanatın,
"Bauhaus mimarlığı" adı altında teknolojiyi kullanarak yarattığı
paradoks, toplumu sanattan kopararak günümüze paha biçilmez iki hatıra bıraktı:
antika eserler ve endüstri ürünleri tasarımcılığı (adı ile yeni bir meslek).
Eğer endüstri ürünleri tasarımı, zanaatla aynı sanatsal değeri taşıyacak
ürünler yapabilseydi, zanaattan günümüze kalan eserler "antika"
olamazlardı. Bakmayın siz bu paradoksu, içinde yaşamış olduğu için
göremediğinden olacak (nerede okuduğumu unuttum, özür dileyerek yazıyorum) Piet
Mondrian'ın "resim ve heykel sanatı yakında yok olacak, mimarlık ve
endüstriyel tasarım içinde eriyip gidecek" sözünü ciddiye almaya değmez:
ben, ressamlar / heykeltraşlar / şairler / müzisyenler... bütün sanatçılara
(sanatı sanatla yaşayan ve teknolojiyi kendi keyfince kullanabilen herkese)
hayranlık ve saygı duyuyorum!...
Endüstriyel Tasarımcı ve Mühendis
Hiç şüphe yok ki mühendislerimiz de,
endüstriyel tasarımın ne olduğu konusunda bilinçlenmek ve artık bu mesleğe bir
yer açmak sorumluluğunu görmelidirler. Çoğunun bu konuda gerçekten bilinçli
olduklarını fakat özellikle endüstriyel tasarımcıların bazılarının kendini
beğenmiş tavırlarına ve bazılarının da (benim gibi) cahilliklerine (rağmen
ukalalıklarına) karşı gururlarını ve meslek itibarlarını koruduklarını
biliyorum. Onlara bu yazı ile, bir mühendise yaraşır biçimde analitik
düşünmeleri gerektiğini hatırlatmam gerekiyor: bize yeteneklerimiz doğadan
fakat eğitimimiz okullardan verildi. Doğru yeteneğin yanlış eğitiminin(?)
sorumlusu bizler değiliz ve üstelik hepimizin karakteri de birbirinden farklı,
kişisel ve özel. Hepimiz, bir bütünü oluşturması gereken farklı parçalarız ve
hiçbirimiz (kendimiz ve mesleğimizle) diğerinden üstün değiliz. Teknolojiyi hep
birlikte bir takım oyunu halinde oynamamız gerekiyor ki bunun ilk şartı, takımı
tek kişinin (/tek mesleğin) kendince "yönetmesi-yönlendirmesi"
ilkesinden / saplantısından vazgeçmektir.
Azerbeycan'da bir arkadaş sohbetinde
duyduğum ve asla unutamadığım bir sözü burada yazmak istiyorum: en büyük
senfonik eserler bile sadece (7) basit nota ile yazılırlar. Ancak, o basit (7)
notayı tek bir beyin, tek bir dahi, tek bir "sanatçı" bir şahesere
dönüştürebilir ve senfonisini yazar.
Endüstriyel ürünler, sanat eserleri
olamazlar çünkü hem (bir senfonide olmayan!..) maliyet fiyatları vardır hem de
endüstriyel üretim bir takım oyunudur. Endüstriyel ürün tasarımcıları da (ne
yazık ki!..) sanatçı değillerdir; eğer olduklarını iddia edenler (sananlar)
varsa, onlara lütfen hatırlatın: sanat (senfoni yazmak, resim yapmak...) bir
takım oyunu değildir (tiyatro, bale gibi çoğul olarak yapılan eylemlere ad olan
kelimelerin kendileri, kendi başlarına "sanat" değillerdir fakat
sanatı ifade ederler: yazarından her bir oyuncusuna ve hatta sahne dekorcusuna
varıncaya kadar, her biri sanatçı olan insanların ortaklaşa eylemleridir söz
konusu olan ; ne bir tiyatro sahnesinde ve ne de bir orkestrada sanatçı olmayan
tek bir insan bile yoktur). Lütfen hatırlatın: sanatta rekabet de yoktur: ya
sanat eseridir ya değildir. Hatırlatın: hiç bir endüstriyel ürün, sonsuza kadar
yaşayamayacak, antika olamayacaktır çünkü tarihten gelen özelliği ile sanat,
endüstriyel tasarımcılık formu altına girmiş, teknolojiyi kullanıyor:
zanaatçılarının ve eserlerinin değerlerine değer katıyor. Eğer, bütün bunlara
rağmen, hala bir sanatçı olduğunu iddia eden varsa, dikkatli olun, karşınızda
bir Beethoven olabilir: tek başına yazabildiğini seslendirebilmek için, bir
elin parmaklarından çok daha fazla sanatçıya ihtiyaç olacaktır; fakat ne yazık
ki yanlış yere gelmiştir!..
Yanlış eğitilenlere doğru eğitimi vermek
(ve bu eğitim esnasında sabırlı olmak) çok zordur, biliyorum, ben yaşıyorum.
Fakat o eğitim "karşılıklı etkileşim, karşılıklı faydalanma, karşılıklı
hizmet, karşılıklı paylaşma" gibi temel teknolojik ilkeleri ve sevgi ile
saygıyı (demokratik bir biçimde) içinde barındırabilecek bir çalışma ile
verilir ve (işyerlerinde) doğal bir yaşam (çalışma) tarzı olarak kabul edilir /
ettirilirse, hepimize (ve ülkemize) geri dönüşü, umduğumuzdan çok daha fazla
olacaktır.
Son Söz:
Taklit etmeyi sevmiyorum, kınıyorum çünkü
biliyorum ki taklit etmek, sorumluluk almaktan kaçmaktır, korkakça bir
tavırdır. Bu eğitimi ülkemize getirmiş ve kurmuş olanların çıktığı yolda son ve
en cesur adımı atmayı geciktirecek olursak ( ülkemizdeki eğitimin avrupada
denklik problemi(?) ile karşılaşmasını göz ardı ederek, endüstriyel tasarımın yeni bir
bilim dalı -hiç değilse bağımsız bir meslek- olduğunu kabul etmek, bu mesleği
yapanlara hukuki bir kimlik kazandırmak, KOBİ'lerde çalışmalarını ve
çalıştırılmalarını teşvik etmek, KOBİ'lere dışarıdan destek vermek üzere
-yeterlik kazananlara- bağımsız tasarım büroları açabilmeleri için maddi destek
sağlamak...) kimlik bunalımı giderek büyüyecek ve kişisel kayıplar, onlar için
boş yere harcanmış eğitim masrafları ile birlikte maddi ve manevi olarak
topluma geri dönecektir: her iki ucunda da üzülecek(!) birileri olan, iki
kutuplu acı bir sorun var çözüm bekleyen. Çözümün nasıl ve ne olması
gerektiğini tartışmak gerek. Doğrudan mimarlığa bağlanarak "endüstri
ürünleri mimarlığı" gibi bir isim verilmesi bile kimlik bunalımını
(başlangıçta) çözmekte faydalı olabilir. Kesin bir çözüm üzerinde anlaşma
sağlanmaksızın bu günkü eğitim sistemi ile mezun verildiği sürece sorunun insani
boyutları da giderek büyüyecektir. Anadolunun bazı şehirlerinde açılmış olan,
endüstriyel tasarımcılıkla yakından ilişkili (fakat iki yıllık) meslek yüksek
okullarının mezunları yeterli bir sayıya ulaştıklarında, dört yıllıklara bir
itibar mı getirecekler yoksa bir rekabete girişmek zorunda mı bırakacaklar,
doğrusu hiç anlayabilmiş değilim, bunun da mantığını pek çözemiyorum.
Şu "post" öneki, tek başına
"endüstriyel" kelimesini tamlıyorsa, sorun yok:
"post-endüstriyel" karşılığı olarak pratikte "fantazi"
kelimesini kullanabiliriz. Binlerce insanda (sanırım tasarımcı sayısı bini
geçmiştir) bırakacağı acılar da zamanla(?) unutulur, gider. Bir zamanların
hayalleri süsleyen "fantazi" bir mesleği, bir düşü olarak tarihteki
yerini alır, toplumsal bellekte ise silinir gider. Yok eğer "endüstriyel
ürün tasarımı" bileşenini tamlıyorsa, ciddi ciddi düşünmek gerek!... Çünkü
sorun, her gün giderek daha bir büyüyor.
Taklit edebileceğimiz bir örnek yok: ya en
başa dönelim ya da (benzersiz) bir adım atalım.
Bu makale Bileşim
Yayıncılık, Fuarcılık ve Tanıtım Hizmetleri A.Ş.'ye ait Makinatek Dergisinin
Ocak 2006 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
Özlem (Yan) Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
@trendssoul
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016