Ağaç Biçimli Düşünce
Göle maya çalındığı zamanlarda yerkürenin kuzeyinde egemen olan düşünce
tarzı, ağırlıklı olarak Aristoteles’in ilkelerine/mantığına dayanıyordu. İlk
kez O’nun sistemleştirmiş olduğu bir “şematik yapılanma” yani “ağaç biçimli
düşünce” ile bilim ve felsefe yapılıyordu. Bu dönem o kadar uzun sürmüştür ki,
bırakın bizim Nasrettin Hoca’mızı, Bauhaus Okulu’nun en parlak yılları bile bu düşünce sistemi ile hayat bulmuş, şekillenmiş ve eser
vermişti. Çok daha sonraki yıllarda, bilim ve tekniğin aşırı ilerlemesi (ve
hatta birbirine karışıp yeniden birbirini üretmesi) ve sanayi ötesine geçilmesi
ile her şey öylesine bir “iç-içe” geçti ve öylesine “kategorize edilemez” bir
hal aldı ki, sanayi ötesindeki bu toplumların düşünsel yapıları da paralel bir
gelişme ile (aynı şekilde) bir değişime uğradı. Batı medeniyetlerini oluşturan
toplumlar, kendi sanayilerini oluşturan koşulların (Aristo mantığının/tezin)
kendisini aşan dayatmaları (teknolojik üretim ve yaşam biçimi/antitez) ile
çelişmesi üzerine, kendi (her türlü kategorize edilme ve sistemleştirme
biçimlerini terk etmeyi öngören) özgün sentezlerini kurdular ve geliştirdiler.
Bu konuda (düşünce dünyasındaki) en özgün ve köklü/etkili reformlar (belki
abartıyor veya yanılıyor da olabilirim ama) deneysel felsefenin ve sanayinin en
ileri gelen ülkeleri İngiltere veya Amerika’dan değil, teorik felsefenin
öncüsü/beşiği Fransa’dan gelmiştir. Benim meslektaşlarımın büyük çoğunluğu da
(gurur duyarak söylüyorum) ilerici ve aydın olmak konusunda en az onlar kadar
geniş ufukludurlar; dünyayı saran bütün yeni fikirlere de açıktırlar. Fakat
sorun, işte tam da buradadır: “sorun, ülkemizde (endüstriyel) tasarım
gücünü/potansiyelini oluşturan düşünce birikiminin, sanayi gücünü oluşturan hem
düşünce ve hem de fiziksel birikimi kat be kat aşmış ve üstelik (sanayinin
ihtiyaçlarından/beklentilerinden) farklılaşmış olmasından kaynaklanıyor”. Çünkü
ülkemizin düşünürleri (genel anlamı ile, ilerici ve aydın olan nüfus ve özel
olarak da meslektaşlarım), Fransız düşünürleri kadar şanslı değildirler; bu
ülkenin sanayisi, kabullenilmiş/benimsenmiş o felsefi düşüncelerin çıktığı ve
uygulandığı ülke(ler)in sanayisi ile kıyaslanamayacak kadar cılızdır; tarım
ağırlıklı (ve daha düne kadar lokomotif sektörü tekstil olan) ekonomi üzerine
kurulu toplumsal hayat ise tam anlamıyla (geri ve) farklıdır.
Yukarıda, “büyüklere masallar”da, kara deliklerin bir sırrını
(görünmez oluşlarının nedenini) yazmıştım, hatırlamak için buraya alıyorum:
"eğer bir gök cisminin sahip olduğu kaçış hızı, ışık hızından büyük ise,
ışık da (o gök cisminin kendisinden) dışarı gidemezdi ve o cisim "görünmez"
olur, üstelik her şeyi de kendisine çekerdi". Bunu, benim içimdeki o hiç
büyümeyen çocuk şöyle yorumluyor: “onların teknolojik yaşam biçimi, bilimin ve
tekniğin bile sınırlarını aşmış durumda; o kadar ki sahip oldukları
bilim/teknik onların doğal bir parçası olmuş, onlarla birlikte anılıyor, hem
bize görünmüyor hem de bizi kendine çekiyor”. Hayranlık veya saygı duymak bir
şey değiştirmiyor; fakat aynısını uygulamaya çalışmak (taklitçilik), kendi
kendimize zarar veriyor.
Hızlandırılmış Tren, Vagonları ve Rayları
“..Endüstriyel tasarım mesleğinin ülkemizdeki ilk mezunlarını
(benim ironik bakışımla) vagonları olmayan lokomotiflere benzetmek, onların
nasıl birer öncü olduklarını betimlemek açısından çok da yanlış olmayacaktır.
Doğal süreci içinde (kendiliğinden) ortaya çık(a)mayan ve doğal sürecinde
sermaye ile birlikte geliş(e)meyen bu güç, gene aynı benzetme ile, vagonların
lokomotife ihtiyaç duymaları gerekirken, lokomotiflerin kendilerine vagon
aramaları(!) şeklinde gelişmiştir.” “Rekabet:Kurumlar İçin” başlığı altından
getirdiğim bu örneği işlemek, bu örnek üzerinden konuyu açmaya çalışmak daha
kolay ve eğlenceli olacak gibi görünüyor. Lokomotif gücün, meslektaşlarım
olduğu çok açık; vagonlar ise KOBİ’leri ve raylar ise genel sosyo-ekonomik
durumumuzu simgeliyor. Bu üçlünün herhangi birindeki uyumsuzluk, mutlak bir
başarısızlık anlamına gelir. Üstelik, her birinin kendi içlerinde de
eşitsizlikler/uyumsuzluklar vardır. Örneğin, A ile B şehirleri arasındaki ray
hattı mükemmeldir fakat B ile C arasında kalite en az yarı yarıya düşük
görünmektedir (viraj açıları dar veya traversleri çürümüştür!). Daha kötüsü, C
ile E şehirleri arasında hat bile yoktur, olmayabilir!.. Vagonların ise, kimi
yataklı, kimi koltuklu fakat çoğunluğu tahta sıralı da olabilir; çoğunda
havalandırma da yoktur belki. Lokomotifler, allı pullu boyalı ve göz alıcı,
tablo gibi çok şirin fakat motorları hiç çalışmamış da olabilir!. Bazıları ise,
yurt dışından ithal, en seçkin vagonlardan başkasının önünde asla koşmazlar!.
Yerli lokomotif fabrikasının depoları, ağzına kadar doludur da talep eden, alan
da bulunmuyor olduğundan çürümeye terk edilmişlerdir!. Koşmak, sürat yapmak
isteyen kimi lokomotifler, raylardan çıkar takla atarlar... bazıları da
mehtaplı gecelerde, yalnız başlarına gezer, görenlerin gözlerini kamaştırırlar
da neden/kimin için mazot yaktıkları hiç anlaşılmaz..
Bu satırları yazarken ister istemez aklıma, sevgili Ata’mızın
gençliğe hitabesinden bir cümlecik geldi: “...işte bu ahval ve şerait içinde
dahi vazifen...” Ahval “durum” ve şerait “şartlar” anlamında kullanılmış; ikisi
birbirine bağımlı ve dönüşümlü. Ata’mızın bize verdiği görev ise çok basit ve
çok açık: gerekirse kanımızı dökeceğiz!.. Fakat benim verdiğim örnekte üç
eleman var ve öyle kanla tüfekle “yürüyelim arkadaşlar!” nidaları ile sorun
çözülecek gibi de değil!..
Önce kendimizi tanımalı ve kendimizi olduğu gibi kabul etmeli
(kendimizden utanmamalı ve başkalarına özenmemeli!), egemenlik (fetih)
savaşlarının ekonomide ve sanal alemde yapıldığını (evrim geçirdiğini) görmeli,
sonrasında da bu üçlü arasında uyum sağlayacak, kendimize özgü tedbirleri
düşünmeli, bulmalı ve uygulamalıyız. Bu “uyum” olayı çok önemli; kendi
elemanları kendi içinde birbirine uyumlu olmayan bir sistemin, bir başka
sistemle uyum içine girmeye çalışması kadar fizik yasalarına aykırı bir başka
örnek sanırım zor bulunur. Fiziksel uyumun (karışımın) zor ve hatta imkansız
göründüğü durum ve şartlarda bazı romantiklerin “kimyasal” uyumdan (bileşimden)
bahsettikleri bile duyuluyor da ben kulaklarımı tıkıyorum. Umarım, ne karışıma
ve ne de bileşime muhalif olduğum gibi bir anlam çıkarılmaz bu yazdıklarımdan;
sadece “gerçekçi” olmaya çalışıyorum; egemenlerin masasında yem değil pay
sahibi –ve ortakları- olmanın (kendimce) yollarını araştırıyorum. Okur bilmeli
ki bütün bu yazdıklarım, tamamen kendi mesleğimle ilgilidir ve daha geniş
ufuklara taşınması benim sorumluluğumda değildir. Örneğin, benim “egemen”
kavramı ile gönderme yaptığım yerde, yabancı kökenli mimarlar ve endüstriyel
tasarımcılar (onlarda böyle bir lisans yok ama pratiği var!) bulunmaktadır.
Rekabet: Kurumlar Arasında
Birinci bölümün “Rekabet:Kurumlar İçin” başlığı altından ikinci
bir alıntı getireceğim buraya: “..Bugüne kadar meslek büyüklerimiz(in
çoğunluğu) ve aramıza katılan her yeni meslektaşımız, kendi aralarında daima
kurumlar için rekabet ettiler. Disiplinsiz ve kuralsız (ve hatta doğal olmayan)
bir ortamda sadece kendileri adına yaşam (aslında “meşhur olmak”) mücadelesi
vermeye (kuyu açmaya!) mecbur edildiler. Şunu özellikle belirtmeliyim ki ben
“meşhur olmayı” değil “meşhur olmak için uğraşmayı” daha doğrusu “ekmek parası
kazanabilmek için önce bir şekilde meşhur olmak zorunda bırakılmayı”
eleştiriyorum. Bu saçmalık, (salt sanatçılık yapmanın dışında) başka hangi
mesleklerde var, ilgi çekici araştırmalara konu olabilir; şu da unutulmamalı ki
kendisini “salt sanatçı” olarak (ve hatta sadece “tasarımcı” olarak) topluma
sunan (bazı) meslektaşlarımızın da bu çorbada tuzu var.”
Bu ortamın galibi (ve kendi oyuncularına bir faydası) olmayacaktır
çünkü bu, yanlış kurgulanmış bir rekabet ortamıdır, kısır bir döngü bile
değildir, bir uçurumdur. Nehirler denize koşarken seyretmek, tarlaları sulamak için (baraj yapmayıp) arteziyen
kuyuları açmak ve zamanla göllerin dibini kurutmak... çaresizlik midir,
cahillik midir yoksa “kişisel rekabet” denilen meşhur olma yarışının bedeli
midir? Her türlü organizasyonu, sistemi, otoriteyi ve hatta diğer bütün tasarım
disiplinlerine karşı özerk olarak kategorize edilmeyi bile (sanırım, ağırlıklı
olarak Fransız felsefesi etkisinde kalındığından veya sanayi ötesi toplumlarda
taklit edilebilecek böyle bir kurumsallaşma olmadığından) reddederek (veya
reddetmesi özendirilerek) sanayi (KOBİ) ile işbirliğine girmekte karşılıklı
fayda sağlaması da zora koşulan ve yalnız çalışmaya (/ tek başına meşhur
olmaya) yönlendirilen... bir KOBİ’de işe başlayacak olsa daha ilk mesai gününde
(böyle olacağı daha okulda iken kendisine öğretilmediğinden) ustabaşının ve
hatta mühendisin gölgesinde kalmayı onur meselesi yapan... ve paha biçilmez
yeteneklerini, kişisel bir çıkarı olacağı yanılgısı içinde veya çaresizce bir
rekabete mahkum edildiğinden, nihai tüketiciye yönelik endüstriyel olmayan ürün
tasarımları ile (kozmetik sergilerde) heba eden (veya mesleği terk eden!),
büyük bir çoğunluk vardır.
Kendisini (mesleğini) gözlemleyen, ilgi duyan, bu mesleğin
kendisine getirebileceği artıları fark eden (fakat somut ve endüstriyel bir
örnek –veya ciddi bir niyet- göremediği için risk almak da istemeyen) öncü
KOBİ’ler ise, mesleğin “yabancı kökenli ve/veya diplomalı” meslektaşları ile
çalışmayı tercih ediyorlar. Bütün kalbimle ve inanarak söylüyorum, çok da iyi
yapıyorlar. Ülkenin bütün maddi (ihracat) ve manevi (marka) sorumluluğunu
yüklenmiş KOBİ ve ötesi kurumların, en küçük bir risk yüklenmeye ne hakları(!)
ve ne de güçleri var.
İşte burada ortaya “kaçış” hikayeleri çıkıyor. Ülkeden
kaçamayanların (kaçış hızı yetmeyenlerin) meslekten kaçış hikayeleri
yazılırken, meslekte kalanların (ironik!.) şikayet feryatları yükseliyor. Tezin
yanlış antitezle eşleştirildiği bu ortamda yıllardır aynı tarz toplantılarda
aynı tarz kısır kararlar(?) alınıyor. Bizi, bu kısır döngünün tasarımcı
yıldızlarını (abartmıyorum, dünyada ses getirecek ürünlere imza atabilecek
yüzlerce yıldızımız var) sanayi ötesine geçmiş toplumlardaki meslektaşlarımız,
eminim, benim Afrika kökenli insan kardeşlerime bakan gözlerimle görüyorlar. Bu
beni asla incitmiyor, hakkı olana hakkını vermek gerek; ben, Afrika’da yaşayan
insan kardeşlerim için ne yapabiliyorum ki sanayi ötesine geçmiş toplumlardan
aynısını bana yapmalarını istemeye/beklemeye hakkım olsun?
Birinci bölümün son –kapanış- cümlesini buraya almak zamanı geldi:
“...İşte burada, “hızlandırılmış fakat kendine özelleştirilmiş bir süreç”
gerekliliği ortaya çıkar. Bu süreç, kurumlar için değil fakat kurumlar arasında
rekabeti başlatmak hedefine yönelmiş, bütün endüstriyel tasarımcıların el
birliği ile çalışmalarını gerektiren (ve sanayi ötesi toplumlarda örneği
olmayan!) yeni bir oluşumu gerektirir”. KOBİ’lere dağılmak, onların ürettikleri
ürün üzerinde ihtisas yapmak, o ürünü “marka” değerine layık bir tasarıma
kavuşturmak ve o ürünle piyasada gerçek rekabete girmek!.. O ürünün arkasında
kimin olduğunu nihai tüketici asla bilemeyecektir fakat bütün
meslektaşlarımızın gerçek rekabet alanı (bizim mesleğimizin karakteristiği
olarak) zaten o arka plan, o görünmeyen fakat bilinen (ekipsel) alandır. Nihai
tüketiciye yönelik reklamlarda (özellikle bizim ülkemizde) öne çıkarılan hemen
bütün isimler, firmayı ve ürünü pazarda beslemek fakat ürünün de o ismi
(endüstriyel tasarımcısını) beslemesi üzerine kurgulanmış oyunlardır ve ne
yazık ki bu oyuna ilk düşenler de benim meslektaşlarımdır.
Sonuç: Öneriler
İlk yapılması gereken şey, bence (Aristo mantığına geri dönmek ve
“ağaç biçimli düşünce” ilkeleri kapsamında), endüstri ürünleri tasarımının
diğer bütün tasarım alanlarından farklı olduğunu hatta (aynı kökten geldiği
halde “seri üretim” özelliği ile) mimarlıktan bile ayrı/farklı olduğunu kabul
etmek/ettirmek ve bu mesleğe (ülkemiz sanayisinin ihtiyaç duyduğu) itibarı
vermek olmalıdır (bu itibarın/saygınlığın elde edilmesi, iki
ayaklı bir koşula bağlıdır: öncelikle bir eğitim reformunu ve piyasadaki bütün
meslektaşlarımızın ortaklaşa ve gönüllü/sistemli bir çabasını gerektirir). Bu
düşüncenin (kabulün) doğal bir uzantısı, hiç şüphesiz, diğer bütün tasarım
alanlarına da aynı gözle (kategorize ederek) bakmayı gerektirir. Oysa ki
ülkemizin akademisyen endüstriyel tasarımcılarının büyük çoğunluğu (ve hatta
çoğu farklı mesleklerden büyüklerimiz), tamamen aydın olmanın ve tamamen sanayi
ötesinin düşünce tarzının büyüleyici etkisi altında kalarak, ülkemizin sanayi
yapısının (kategorize edilmeyi reddeden) bu düşünceye uyum sağlayamadığı
gerçeğini görememektedirler (diye düşünüyor ve MOBBİG’in çalışmalarını takip
ediyorum). Oysa ki doğal süreçle varılan yere/sonuca, yapay (ve kısa) bir
süreçle varabilmenin ilk ve tek koşulunun, bir laboratuar ortamı yaratmak
olduğunu en iyi bilmesi gerekenler, yine benim meslek büyüklerim olmalıdır,
inancındayım. Taşlar yerine oturduktan, ülkemiz bilgi çağına geçtikten sonra,
benim bu gibi katı kalıpları, her şeyi kategorize etme saplantımı
(budalalığımı!) terk edeceğimden emin olabilirsiniz.
Özellikle daha önce yazmış olduğum makaleleri okumamış olanlar
için burada tekrar etmeliyim ki ben, şu satırların da yazarıyım: “...Bazı
ürünlerin (teknoloji ile ilişkileri anlamında) hangi gruba girecekleri ve hangi
meslek tarafından yapılacağı, (ülkemizde bile) pratikte kesinlikle hiç bir
anlam içermez; çünkü ürünleri "kimin" yaptığı değil, kimin
"ne" yaptığıdır önemli olan. Bir mimar "endüstriyel ürün
tasarımı" yapabileceği gibi, bir endüstriyel tasarımcı da "grafik
sanat" yapabilir veya bir grafik sanatçı "ambalaj tasarımı"
yapabilir. Meslekler arasındaki ayrım teorik (düşünsel) anlamda bir değer
içerir, kesin sınırları ile kişiyi bağlamaz (çünkü yeteneklere de bağlıdır)
fakat ürünler arasındaki ayrım (gruplandırma) kesinlik içerir (çünkü
endüstriyeldir).” Okurun bilmesini istediğim şey, sadece alanları ayırmak yani
meslek alanlarını kategorize etmek iddiasında olduğumdur. Bu yapılmadıkça
meslek (ve meslektaşlarım), her zaman her disiplinin gölgesinde kalacak ki
zaten günümüzdeki bir hastalık da budur. (Yerel düşünüp yerel konuştuğum
unutulmamalıdır; evrensel –sanayi ötesi- doğrular ve kabullerden hareket
etmiyorum; şartlı/koşullara bağlı konuşuyor ve ülkemizin bir laboratuar gibi
düşünülmesi gerektiğini öne sürüyorum).
Tasarım disiplinlerinin kategorize edilmesi öncelikli olarak bir
eğitim reformunu gerektirir ancak tek başına yeterli değildir. İkinci olarak
yapılması gereken şey (belki de bu ilki olmalıdır), doğrudan meslektaşlarımın
yükümlülüğünde gördüğüm bir adımın atılmasıdır: ETMK bünyesinde birleşmek,
bütünleşmek ve (zamanda geriye giderek!) mesleği KOBİ’lere tanıtmak, sevdirmek
ve kabul ettirmenin yollarını araştırmaktır (eğitim reformu –gelecek
için-gerekli fakat -zamanın gerisinde kalmış olanlar için- yeterli değildir).
Bu arada, daha önceki yazılarımda yeterince açıkladığım bir konuyu da sadece
hatırlatmalıyım: endüstriyel tasarımcının mesai arkadaşı mimar değil,
mühendistir, hatta ustabaşıdır. Yapılması gereken şey, benim inancım, salon
veya sokaklarda sergiler düzenlemek / yarışmalar tertiplemek (nihai tüketiciye
seslenmek) değil fakat hem meslektaş adaylarına (daha okul sıralarında iken) ve
hem de KOBİ’lere “Kosgeb ve Tübitak” ile başlayıp çeşitli (yerli ve yabancı)
kurum ve kuruluşların çoğu karşılıksız “hibe” şeklinde olan yardımlarını
anlatmak, onları bu konuda aydınlatmak ve (onları) yüreklendirecek
dersler/seminerler vermektir. Bugün Kosgeb’in, endüstri ürünleri tasarımcısı
çalıştıracak herhangi bir KOBİ’ye, hiçbir şekilde geri ödemesi olmayan ve 18 ay
süren bir maaş yardımı yaptığını, bırakın KOBİ’leri, endüstri ürünleri
tasarımcılarının bile çoğu bilmiyor. Bu kadar basit şeyleri (haftada iki-üç
saat ayırarak) okulda öğretmek, öğrenilmesini teşvik etmek, yukarıdan bir
eğitim reformu yapılmasını beklemeyi bile gerektirmez, diye düşünüyorum.
Eğitilen öğrenciler, piyasaya çıktıklarında (Afrika’da hıristiyan misyonerlerin
sarf ettikleri emek ve çabaların binde biri kadar bile değeri olmayan ve hatta
herhangi bir işletim sisteminin, kendi reklamı/satışı için Anadolu’da
harcadıklarının yanında solda sıfır kalacak ufacık çalışmalarla, hem sanal ve
hem de gerçek ortamda) KOBİ’leri de eğitirler. ETMK bünyesinde birleşip
(akademisyen kurucuları ve üyelerinin katılımı ile) bir faaliyet planı yapmak
buna fazlası ile yeter.
Meslek kuruluşunun (ETMK) merkezinin nerede olması gerektiği,
benim gözümden bakıldığında farklı bir önem taşıyor. Sanayinin merkezinin
İstanbul olduğu çok açık ve doğru fakat bürokrasinin merkezinin de Ankara
olduğunu asla unutmamak gerekiyor. Kişisel olarak ben, bütün KOBİ’leri tek tek
de dolaşabilirim fakat siyasi otorite ile asla iletişim kuramam; iki farklı (fakat
birbiri ile hayati derecede ilişkili) ayak için iki farklı odak/merkez bence
son derece gerekli ve faydalı görünüyor. Kendi zamanı içinde en yenilikçi ve en
ilerici düşünce ve eylemleri ortaya koyan yapıların bile zaman geçtikçe
dinamiğini kaybetmesi hatta muhafazakarlaşması kolay kolay inkar edilebilecek
bir gerçek değildir fakat ben ETMK merkezinin İstanbul’a getirilmesi
düşüncesini (meslek adına) yenilikçilik olarak algılayamıyorum. ETMK’nın
parçalanmaya değil bütünleşmeye ihtiyacı var ve eğer dinamiğini kaybettiği
iddiaları varsa yapılması gereken şey merkezini değil kozmetik etkinlikler
düzenlemek anlayışını değiştirmek ve etki-tepki mekanizmasını doğru yerde
çalıştırmak olmalıdır inancındayım.
Okurun anlamış olduğuna inanıyorum: ben, gerçek düşünce dünyasının
(bu yazıda) kendi yaptığı tekliflerle çelişkili olduğunu hiç
saklamayan/hissettiren bir insanım (ben de kalemi kağıdı alıp uçmak istemez
miyim?. ya da, kişisel rekabetten korkup, ekibimin arkasına mı sığınıyorum?)
fakat verimlilik/doğurganlık/doğru kararlar ile doğru adımların (ve uzun vadeli
gerçekçi hedeflerin) alt yapısında her zaman bu tarz (doğru) çelişkiler ile
doğru etki-tepki mekanizmaları olmalıdır, diye düşünüyor ve bu açıdan
yazıyorum. Eleştirilerim asla (küçük veya büyük) hiçbir meslektaşımı veya
(alınganlık göstermesi mümkün) hiçbir farklı disiplinden kişi veya kuruluşu
–kişisel olarak- karalamak (veya herhangi bir şekilde siyaset yapmak) amacını
taşımazlar. Hatta iddia edebilirim ki ben, fikirlerimden hoşlanmayacağını
hissettiğim pek çok meslektaşımı (ve bazıları mimar da olan meslek büyüklerimi
ve hatta yaşıtlarımı), kendilerine en yakın bildiklerinden bile daha çok
(seviyor ve) sayıyorum ve üstelik aklımın en derin yerlerinde, onlarla aynı
hayalleri paylaşıyorum!.. Fakat ben, aynı zamanda, Nasrettin Hoca’nın
topraklarında, bilgi çağına geçmiş ülkelerin hem bize görünmeyen hem de (bir
kara delik gibi) bizi kendine çeken ışığı (ışıksızlığı!) ile çiçeklerimizin
açabileceğini (gerçekten) zanneden, buna (yürekten) inanmış bazı meslektaşlarımı
(ve mesleğimiz üzerinde otoritesi olan kişileri/odakları) da –tüm iyi
niyetimle- anlamaya çalışıyorum. Ben, ovalara ve tarlalara su vermek için önce
baraj yapmak gerektiğine inanıyorum. Sonunda hepimizin hedefi aynı ise, mutlaka
aynı yolda (aklın yolunda) buluşacağımıza inanıyorum.
Bu makale Bileşim Yayıncılık, Fuarcılık ve Tanıtım Hizmetleri
A.Ş.'ye ait Makinatek Dergisinin Temmuz 2006 tarihli 105 nolu sayısında yayınlanmıştır.
Özlem (Yan) Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
@trendssoul
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016