Giriş
Hikaye tarzında yazılmış -içinde hiç formül olmayan- bilimsel
(kökenli/iddialı) yazılara karşı inanılmaz bir merakım vardır. Büyüklere
masallar diye de adlandırılabilecek bu metinleri ben, beynimin en içindeki
çocuğun hayallerini besleyebilmek, canlı tutabilmek için -ara sıra- okur ve
yaşadığım dünyanın sorunlarını anlayabilmek amacıyla kendimce felsefe(?)
yaptığım kimi zamanlarımda (içlerinde hayallerle gerçeklerin birbirine
karıştığı, çocukluğumun masalları ve meselleri ile birlikte) farkında olmadan
kullanırım. Bunlar belleğimde öylesine iç içe geçmiş ve birbirlerine
karışmışlardır ki, farkına bile varamadığım nice zamanlarda hayallerimden
dışarı çıkar, düşüncelerimden/dilimden /kalemimden dökülüverir, yolumu
aydınlatır (veya beni fena halde yanıltır!) ve nerede/ne zaman/nasıl
okuduğumu/öğrendiğimi –çoğu zaman- asla hatırlayamadığım için, beni
şaşırtırlar.
Bir metin, eğer salt disipliner veya salt objektif (ya da benzer)
bir perspektifle yazılmamışsa, yazarının hayata bakış açısını/genel
yaklaşımlarını da –bolca- içereceğinden, dile getirdiği kişisel görüşleri,
tarzı göz önünde tutularak (disipliner/salt objektif/katı olmayan) aynı bakışla
anlamaya çalışılmalı, ölçülmeli/yorumlanmalı/yargılanmalı/eleştirilmelidir.
Yazıya yazı ile, yazının konusunu/içeriğini genişletmek fakat mutlaka
“geliştirmek” amacı ile (kamu yararına) cevap verilmeli ve asla kişisel bir
yarış haline dönüştürülmemelidir. Herkes ancak kendi bilgi dağarcığının
elverdiği kadarını anlayabilir ve yorumlayabilir; önemli olan kamuya ait havuza
bir damla da olsa su taşımış olabilmektir. Bu tarz metinlerle yazar, kişiliğini
değil (belki de hiçbir bilimsel kanıt içermeyen) kişisel görüşlerini tartışmaya
açar; bu tarz metinler genel olarak katı kurallar veya önermeleri içermez (öyle
görünebilirler!) fakat okurlarını eleştirel düşünmeye ve kendi görüşlerini
oluşturmaya; kendi kararlarını vermeye ve bunları (az da olsa) bilimsel
yöntemlerle dile getirmek için yazmaya cesaretlendirir, kışkırtırlar. Ne yazık
ki yazmak gerçekten bir cesaret işidir çünkü ya yazılanlar aynı (yazıldığı)
açıdan yorumlanmaz/ tartışılmazlar ya da metnin yazarının hiçbir eleştiriye
tahammülü yoktur; metinle bütünleşmiş olduğu için metin de onun
kişiliğinin/gururunun sembolü durumuna düşmüştür!. Ortaya çıkan kısır döngü
“eleştirilmemek için yazmamak” olgusu bir yaygın hastalık halini almışsa, o
toplumda “sözlü kültür” ve/veya “görsel kültür” gelişmesine devam eder; tek tük
(özellikle bir konu üzerine odaklanmış, gelip geçici salgınlara benzeyen)
yazılar bile konuşma dilindeki (sayıları beş yüzü geçmeyen) kelimeler ve
(konuşma dilindeki) üslupla ifade edilir hale gelir; sadece ait olduğu dili
değil beyni de geliştiren yazının kullanılmaması ile ortaya çıkan zayıflık,
zamanla “yazıyı kullanabilme yeteneğini” büsbütün körelterek sözlü/görsel
kültürü besleyen dinamiğe (kendi kısır döngüsüne) dönüşür. Eğer “ağzı olan
konuşuyor!” yakınmasının ardında “konuşacağına yaz!” düşüncesi değil de “herkes
konuşamaz!” aşağılaması varsa, o toplumun geleceği hakkında pek iyimser
olunamayacağı da rahatlıkla iddia edilebilir.
Büyüklere Masallar
Uzay teknolojisi ile ilgili bir yazıda "kaçış hızı" diye
bir şey okumuştum: "yerçekimine karşı koyabilecek kadar (büyük) hızı
olmayan her cisim, yere (dünyamıza) geri döner/düşer fakat hızı daha fazla olup
da kontrol edil(e)meyen ise uzayda kaybolup gider" şeklinde yazılabilirdi
sanıyorum. Kime ait olduğunu bilemiyorum fakat bir markanın kullandığı
“kontrolsuz güç, güç değildir” özdeyişinde fiziksel bir gerçeklik olduğunun çok
kesin bir kanıtı. Yazının daha sonralarında ise kara deliklerin sırrı vardı:
"eğer bir gök cisminin sahip olduğu kaçış hızı, ışık
hızından büyük ise, ışık da (o gök cisminin kendisinden) dışarı
gidemezdi ve o cisim "görünmez" olur, üstelik herşeyi de kendisine
çekerdi".
Dünyamızı değil ama ülkemizi terketmeyi, merak tatmini için değil
de, geleceği için ekonomik bir zorunluluk olarak gören/kabul eden pek çok
gencimiz var. Kendileri kaçış hızını aşabilecek kadar büyük olanaklara sahip
olanlar veya devlet/şirket/dernek...lerden burs almayı başarabilenler,
gidiyorlar. İtiraf etmeliyim ki ben, nedense hiç böyle bir hedef/amaç/umutla
büyü(ye)medim; yüksek öğrenimimi (lisansımı) burada tamamlamak bile ailem için
yeterince bir yük/problem iken, (yüksek lisans için) burs almak cesaretini de
gösteremedim çünkü burada okumak için mücadele etmek bana hem çok doğal
görünüyordu ve hem de burs alarak yurt dışına gitmenin, “burs mağduru” olarak
yurda hiç dönememek gibi bir riski de vardı ki ben asla göze alamazdım. Aile
büyüklerim, ekonomik açmazlara düştüğümüzde bana hep "kendinden aşağı
olanlara bak!.." derlerdi. Baktım:
Kara Afrika’nın susuz topraklarında -tıpkı uzayın kara deliklerine
yakalanmış da kurtulmaları imkansız gök cisimleri ya da radyasyonlu parçacıklar
gibi ölümü kabullenmiş- bana yabancı, hiç tanı(ya)madığım, çaresiz ve zayıf ve
evsiz ve aç... kara derili, nefes almaya çalışan insanlar gördüm. Onların
“cahil” olduklarını değil söylemek, düşünmeye bile cesaret etmek bana utanç
veriyor; onlar için “kaçış hızı” ancak, bebeklerinde ayakta duracak kadar bile
güç yokken, un ve su bulabilme çabasının betimleyicisi olabilir.
Teorik fizikte "başlangıç durumuna hassas bağlılık" diye
bir kuram vardır. Kaçış hızına sahip ol(a)mayanlar (veya benim gibi hiç
düşünmeyenler), kendi yaşam felsefelerini buradan başlatabilirler: benim
bugünkü sosyo-ekonomik konumum, babamın (ailemin) durumuna hassas bir şekilde
bağlı kalmıştır. Buna, klasik determinizm de diyebilirsiniz; biraz daha
ötesidir ama neticede aynı şeydir.
İnsan göndermese bile uzay teknolojisine sahip, bilgi çağını
yaşamakta olan toplumları bugünkü sosyo-ekonomik hem de politik/kültürel
özellikleri ile (olduğu gibi) taklit etmeye çalışmak, bana daima Nasrettin
Hoca'nın göle maya çalmasını hatırlatıyor. Hoca’nın “ya tutarsa” tarzı
bilgeliği ile yoğurdunu (bilerek) heba etmesinin, bugün bile içinde alınacak
dersler sakladığını görüyor; O’nun bizim “başlangıç durumumuz” olduğuna
yürekten inanıyor ve ona “hassas bağlılığımızın” halen sürdüğünü bilmemiz,
hatırlamamız ve kabullenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bugün o gölün kuruyup
kurumadığını bilemiyorum(!) ancak denize (boşu boşuna) akan nehirleri
seyrederken tarlalarda arteziyen kuyuları mı açılıyor yoksa barajlarla planlı
sulama mı yapılıyor, doğrusu bazen merak ediyorum. Hoca’nın yoğurdu ile
kuyulara harcanan kişisel masrafları heba edilmiş kaynaklar olarak aynı kefeye
koyuyorum; arteziyen kuyularının kişisel rekabete yönelik yarışmalar/sergiler
ve KOBİ’lerin ise içine maya çalınan göle benzediği sanrısına kapılıyorum.
Hani atalarımızın bir lafı vardır: "taşıma su ile değirmen
dönmez". Bilgi çağındaki bir toplumdan ne kadar su taşırsanız taşıyın,
değirmeni döndürmekle elde edilecek fayda, taşıma için harcanan emek ve
masraftan daha büyük olamaz. Bilgiyi kendiniz üretmedikçe, zaten bilgi
sandığınız ve taşıdığınız şey de hep "malumat" olacağından, boşuna
yorulmuş olursunuz.
Soğuk suyun içine ne kadar kaynamış su katarsanız katın, o soğuk
suyu (asla) kaynatamazsınız; tamamı (yüzde yüzü) kaynama derecesine (100
dereceye) gelmedikçe, su kaynamaz; o başlangıçtaki suyunuz var ya, hep fire
olarak kalır ki işte bu “başlangıç durumuna hassas bağlılık”tır. Kendi
ateşinizi yakacak bilgiye sahip olmanız, önce o tekniğe sahip olmanız ve
sonrasında kendi teknolojinizi üretmeniz gerekir. Eh, bir ukalalık daha
yapayım, yeri ve zamanıdır: "küçük güğüm az süt alır, çabuk kaynar".
Aceleniz (ve kaybedecek çok şeyiniz) varsa, bu söz bir ilaçtır; çemberleri
(alanları) akılcı bir ölçekle daraltmanın (yani kategorize etmenin) ve sonra
doldurmanın daha kolay ve ekonomik olacağını yeterince gösterir; koca koca
güğümler veya küçücük bardaklarla süt kaynatılmaz.
Sıfırdan Ne Başlar?
Sanayileşme aşamasında var gücü ile çırpınan ülkemizin, bilgi
çağına geçmiş (sanayi ötesini yaşayan) toplumların bugünkü durumuna kaç yıl
sonra ulaşabileceği (onlara yetişebileceği değil!) konusunda muhtelif
rivayetler var. Bu zenginliğin(!) ana kaynağında, hesap yapanların ülkemizi, ya
başlangıç durumumuza hassas bağlılığımız ile çarpık ilişkilendirmeleri (ya da
tamamen görmezden gelmeleri) hatası da vardır. Ben, bu ilişkinin kurulmasını
şart görüyorum ve üstelik bunu, Nasrettin Hoca’nın yaşadığı asırdan başlatmamız
gerektiğine inanıyorum.
Hoca’nın yaşadığı rivayet edilen 1208-1284 yıllarının, hocanın
kendisinin yaşamış olduğu yıllar olmak dışında, benim açımdan başkaca bir
özelliği yok. Herhangi başka bir şeye vurgu veya gönderme yapmıyorum. Ben,
Hoca’nın kendisini yani engin bilgeliğini ve toplumla olan ilişkisini başlangıç
olarak almayı öneriyor; o günden bu güne değişmeyen/dönüşmeyen ne varsa tespit
edilmesi ve gelecekle ilgili her tasarımda (toplumsal/kültürel/dinsel...
kimliğimizi oluşturan) bu sabitlerin göz önünde bulundurulması gerektiğini
vurguluyorum. Kendi geleceğimiz hakkında yapacağımız planlarda başarılı
olabilmek ve önümüze “yetişmek” hedefini koyabilmenin tek çıkar yolunu, böyle
özgün bir tavır sergilemekte gördüğümü dile getiriyorum; toplumu kandırmadan
her konuda toplumsal uzlaşı ile verimlilik sağlamak için “taklitçilik”
dayatmasından vaz geçerek “uyarlamak” ilkesine sarılmamız gerektiğini inancını
taşıyorum.
Her sürecin bir evveli/öncesi vardır. Sıfırdan başlayan (ve
evvelini bilemediğimiz) tek sürecin “big bang” denilen büyük patlama ile kainatın
yaratılması olduğunu hiç unutmaksızın; bir topluma, kendisine örnek olarak
gösterilen heterojen bir toplululuğun (kendileri için bile yapay olan) bugünkü
durumunu “sıfır noktası” yani başlangıç durumu olarak kabul etmesinin
dayatılmasına (teoride) anlam verebiliyor fakat beş sene veya onbeş sene gibi
(bir devlet için fazla önemi olmayan) kısacık zaman sürelerinin “inanılmaz
uzunmuş!” gibi gösterilmesine ve panik havası yaratılmasına şüphe ile
bakıyorum.
Değişim/dönüşüm/uyum.. sıfatları ekliğinde sunulan ve
yasalaştırılması istenen diğer öneriler hakkında (toplumun bütün bunları nasıl
ve ne kadar zamanda içselleştirebileceği vb.) bir yorum getiremem fakat beni
doğrudan ilgilendiren ve üzerinde her türlü tartışmayı yapabileceğim, mesleğim
ve mesleğimin eğitim tarzı ile ilgili olan(lar) da var ki ben orada
susamıyorum. Özel olarak mesleğimle ilgili, tepeden inme her türlü düzenlemeyi
reddediyor fakat genel –toplumsal- olarak “hızlandırılmış ancak kendine
özelleştirilmiş bir süreç” yaşanması gerektiğini iddiasını öne sürüyorum. AB’ye
kesinlikle muhalefet etmiyor ve üstelik destekliyorum fakat yarınlarda
muhalefet edilebileceği tekrar başa dönebileceğimiz endişesini taşıdığım için
bunları yazıyorum. Bir örnekle açıklamak gerekirse, dokuz kadının bir çocuğu bir
ayda yapamayacağını anlatmaya çalışıyorum.
Bir tez, kendi antitezi ile eşleştirilmez/sınanmaz/sorgulanmazsa,
ortaya çıkacak her türlü sonuç(?), kendi alanı (konusu) içinde tutarlı/geçerli
bir sentez oluşturamaz; doğru bir sentez olduğu dayatılacak (veya zannedilecek)
olunduğunda ise ortaya, çarpık/yanlış/tutarsız ve yeni çelişkiler çıkar Bu tarz
yeni çelişkilerin de –giderek- çoğalması halinde, kaynaktaki soruna çözüm
bulmak tamamen imkansız olur. Üstelik, kendi içinde -hiç değilse- biri
mutlak(?) doğruyu barındırmayan bu tip (birbirleri ile uyumlu tez ile
antitezden türetilmemiş “bozuk” sentezler) sanılar ise, gerçek/tutarlı
çelişkilerin “doğurganlık” karakterlerine sahip ol(a)madıkları için ancak ve
ancak “kısır döngülere” ve düşünce dünyamızda “kirliliğe” pratik hayatta ise -çaresizlik içinde- “taklitçiliğe” sebep olurlar. Sonuçta, yanlış
kökten türetilen yanlış (ve yeni fakat tutarsız) çelişkiler, kendilerini
beslemek için, kendi yanlışlıklarını sürekli olarak yeniden türetmek durumuna
girerler. Artık böyle bir hareketin (koşullanmanın), gerçek veya sonradan kabul
edilmiş bir sıfır noktasına göre hareketi doğrusal (ileriye –dışa- dönük) bir
süreç değil ancak bir girdap olur.
Meşhur Olmanın Yalnızlıkla İlişkisi
Sorun, ülkemizde (endüstriyel) tasarım gücünü/potansiyelini
oluşturan düşünce birikiminin, sanayi gücüne sahip hem düşünce ve hem de
fiziksel birikimi kat be kat aşmış ve üstelik (sanayinin
ihtiyaçlarından/beklentilerinden!.) farklılaşmış olmasından kaynaklanıyor.
Düşünce birikimi, geriye dönüp Nasrettin Hoca’nın dünyasına/çağına bakmayı,
Hoca’yı anlamayı gerekli görmüyor, belki de Hoca’yı hiç tanımıyor, ders de
alamıyor; gölün kurumakta olduğundan(?) ise ya hiç haberi yok ya da
umursamıyor; kendi kuyusunu açmaya uğraşıyor.
Hoca tarihe geçti, çünkü o yalnızdı; eğer O’nun gibi insanlar
çoğunluğu oluşturmuş olsalardı meşhur olamayacak ve tarihe de geçemeyecekti
fakat bugün o göl de kurumamış (/kurumaya yüz tutmamış?) olacaktı. Sorun şu ki
Hoca, (zaten yaşarken de meşhurdu ama) tarihe mi geçmek isterdi yoksa unutulup
gitmek mi?.. Hoca’nın tarihe geçmesi, topluma bir katkı sağlamışmıydı? Aynı
soruyu, örneğin, İbrahim Müteferrika için de sormak mümkün.
Bugün her toplumda, çağının çok ötesinde yüzlerce, binlerce
bilge/aydın (ve bazıları kendilerine “dünyalı” diyen) insanlar var; fakat büyük
çoğunluğu çağının ötesinde hatırlanmayacaklar çünkü tarih, meşhur olmak için
çalışanları da ayıklayacak, kabul etmeyecek; meşhur olmakla tarihe geçmek aynı
şeyler değildi ve olmayacak; Hoca’nın bugün hatırlanması da o günlerde meşhur
olduğu için değil zaten ve Hoca da hiçbir zaman böyle bir amaçla çalışmadı;
inandığı doğruları halkın anlayabileceği nüktelerle, halkı eğitmek için halka
anlattı!.. Halk O’ndan hiçbir şey al(a)madı fakat onu meşhur etti; ona
istediğini değil, istemediğini verdi.
Günümüzün bir sorunu da bence, işte bu meşhur olmakla tarihe
geçmek ikileminde yatıyor: “Hoca tarihe geçti, çünkü O yalnızdı” hipotezini
mutlak doğru kabul etmek, “tarihe geçmek için meşhur olmak ve meşhur olmak için
de yalnız/tek (biricik) olmak gerekir” ön koşulunu veya “Hoca gibi düşünen ve
davrananlar çoğunlukta olsa idi O meşhur olamayacak belki de tarihte sadece
küçücük bir yeri olacaktı” sonucunu kabullenmeyi gerektirir ki bu durumda
“tarih, meşhur olmak için çalışanları da ayıklayacak” tezinin de paradoksuna
varılmış olur: bu, meşhur mu olmak yoksa yalnız mı çalışmak tercihine giden
çıkmaz bir yoldur. Ben, kişisel olarak, hiçbir insanı fikirlerinden ötürü
–olumlu veya olumsuz- yargılamam, her düşünceye saygı duyarım. Kendilerine
duyduğum saygıyı –benim açımdan- kendileri törpüleyen tek insan tipi, sadece
“meşhur olmak” amacı ile düşünen ve davrananlardır.
Rekabet: Kurumlar için
Endüstriyel tasarım gücünü/potansiyelini oluşturan düşünce/bilgi
birikiminin, sanayi gücüne sahip hem düşünce ve hem de fiziksel birikimi kat be
kat aşmış olması, bu düşünce/bilgi birikiminin, sermayenin önünde motor bir güç
olması beklentisini/umudunu getirir. Ancak, bu motor güç, ülkemizde, sanayi
ötesi ülkelerdeki gibi sanayi sermayesi ile birlikte doğup gelişemediği (ve
suni doğumla ülkemize –adeta- hediye edildiği) için düşünsel/bilgi birikimi
ağırlıklı olup pratikten de yoksundur (pratik yapabileceği yeterli kapasite
yoktur). Endüstriyel tasarım mesleğinin ülkemizdeki ilk mezunlarını (benim
ironik bakışımla) vagonları olmayan lokomotiflere benzetmek, onların nasıl
birer öncü olduklarını betimlemek açısından çok da yanlış olmayacaktır. Doğal
süreci içinde (kendiliğinden) ortaya çık(a)mayan ve doğal sürecinde sermaye ile
birlikte geliş(e)meyen bu güç, gene aynı benzetme ile, vagonların lokomotife
ihtiyaç duymaları gerekirken, lokomotiflerin kendilerine vagon aramaları(!)
şeklinde gelişmiştir. Günümüzde bu ağlanası-komedi halen devam etmektedir; işte
bu nedenle ülkemizde her zaman sanayi gücünün hem düşünce ve hem de fiziksel
olarak önünde olmuş olan endüstriyel tasarım potansiyeli, kendisinden beklenen
motor güç olma umudunu/işlevini, sanayi ötesi ülkeleri (bugün oldukları ve
yaşadıkları şekli ile) taklit ederek yerine getiremez. Bu güç, ancak ve ancak, planlı/eşgüdümlü bir işbirliği ve ülkemize özel bir planlama ile
sinerji yaratabilir; kendi sinerjisini kendisi yaratmalıdır çünkü (küçük ve
orta boy) sanayinin kendi başına bir yerlere gelebileceği hakikaten çok
kuşkuludur üstelik kendisinden yardım umulan nihai tüketici (toplum) da gerek
satın alma gücü ve gerek hayata (ve sergilere) bakış tarzı ile bir baskı
mekanizması oluşturabilecek bilinç ve birlikteliğe sahip değildir. Biliyorum ki
bu, bir çiçeğe “kendi toprağını kendin yarat!” demeye benziyor, çok mantıksız
fakat ben başka yol göremiyorum.
Bugüne kadar meslek büyüklerimiz(in çoğunluğu) ve aramıza katılan
her yeni meslektaşımız, kendi aralarında daima kurumlar için rekabet ettiler.
Disiplinsiz ve kuralsız (ve hatta doğal olmayan) bir ortamda sadece kendileri
adına yaşam (aslında “meşhur olmak”) mücadelesi vermeye (kuyu açmaya!) mecbur
edildiler. Şunu özellikle belirtmeliyim ki ben “meşhur olmayı” değil “meşhur olmak için uğraşmayı” daha doğrusu “ekmek parası
kazanabilmek için önce bir şekilde meşhur olmak zorunda bırakılmayı”
eleştiriyorum. Bu saçmalık, (salt sanatçılık yapmanın dışında) başka hangi
mesleklerde var, ilgi çekici araştırmalara konu olabilir; şu da unutulmamalı ki
kendisini “salt sanatçı” olarak (ve hatta sadece “tasarımcı” olarak) topluma
sunan (bazı) meslektaşlarımızın da bu çorbada tuzu var.
Otuz seneden fazla oldu sanırım, ilk günden bugüne, KOBİ’lerin
(küçük/orta boy sanayinin) talep yapmaması, endüstriyel tasarımın öncülerini
büsbütün büyük sanayie muhtaç etti ve bunun sonucu olarak rekabet, artık
yenilerin çok zor katılabildikleri bir mücadeleye dönüştü. KOBİ’lerin
bilinçlendiği ve talep yaratmaya başladıkları doğru fakat aradaki fark, kendi
gelişimine bırakılacak olursa hiçbir zaman kapatılabilecek gibi de değil.
KOBİ’lerin çoğu ya (göller gibi) kuruyup gidecekler ya da kalanları talep
yaratana kadar endüstriyel tasarımcılar açlıktan ölecekler!.. Sorun,
üniversiteye giremeyip bir sene daha kurslara gitmek zorunda kalmaktan çok
farklı: üniversiteyi bitirmiş olanların ekmek sorunudur bu ve üniversiteye
girmek için rekabet etmekle kurumlar (iş) için rekabet etmek çok farklı
şeylerdir. İşte burada, “hızlandırılmış fakat kendine özelleştirilmiş bir
süreç” gerekliliği ortaya çıkar. Bu süreç, kurumlar için değil fakat kurumlar
arasında rekabeti başlatmak hedefine yönelmiş, bütün endüstriyel tasarımcıların
el birliği ile çalışmalarını gerektiren (ve sanayi ötesi toplumlarda örneği
olmayan!) yeni bir oluşumu gerektirir.
Bu makale, Bileşim
Yayıncılık, Fuarcılık ve Tanıtım Hizmetleri A.Ş.'ye ait Makinatek Dergisinin
Haziran 2006 tarihli 104 nolu sayısında yayınlanmıştır
Özlem (Yan) Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
@trendssoul
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016