Modernizm, Guernica ve Ötesi
Modernizm, (resim ve heykelde) sanatın, XIX.ncu yüzyıl sonlarına
kadar -sanki- bir fotoğraf makinası gibi mekanik veya kendi gözlerimizle
algıladığımız biçimi ile de organik bir bakış açısından konusunu ifade etme
tarzına (rönesans sanatına) bir tepki olarak doğmuş; sanatçının hisleri üzerine
kurulmuştur. (Bu cümlede, kendi aile albümü için fotoğraf makinesi
kullananları, amatörce resim çekenleri örnek alıyorum; son derece saygı
duyduğum fotoğraf sanatçılarına yönelik bir gönderme, ard niyetim olamaz).
Modernist resim ve heykelde sanat "soyuttur" (modernist mimari ise
"işlevsel"dir) ve o kadar da kişiseldir (kişinin ruhsal yapısına /
durumuna bağlıdır) ki asla -endüstriyel tasarımcılıkta olduğu gibi-
güdümlenemez.
Modernizmde -ve sonrasında- sanat, sipariş üzerine yapıl(a)maz
(teknoloji bu yükü sanatın üzerinden almıştır) yani bir modern sanat eseri
ancak sonradan metalaştırılabilir, alınır satılabilir fakat yapılmasındaki
amacı ticari değildir; soyut bir eserin ticari olabilmesi zaten kendi tabiatına
da aykırıdır. Çünkü bir soyut sanatçı, kendisini "form/biçim" ile
ifade eder fakat bu biçim, dış/görsel dünyamızdaki herhangi bir nesneye / somut
şeye ait olmadığı için, bir başkası (öteki) tarafından sipariş edilmesi söz
konusu olamaz. Sanatçının ortaya koyduğu form/biçim, sanatçının içsel
duygularını / ruhsal yapısını / felsefi görüşlerini / yeteneklerini /
mesajını... iletmek / dile getirmek üzere kurguladığı, oluşturduğu renksel /
şematik / geometrik (oransız) oranlardan türetilmiş görsel bir düzenlemeden,
eklentilerden ve/veya mecazlardan (soyutlamalardan) başka bir şey değildir.
Modern bir sanat eseri, modernizm öncesindeki sanatın yarattığı hayranlık
duygusundan çok daha farklı bir algılama deneyimi yaşatır; yapımcısının
içindeki barajlardan boşalan duygu selleri ile doldurulmuş bir enerji kaynağına
benzer: ruhsal bir gerilimle çekim gücü yaratır, seyircisi ile bütünleşir ve
adeta tek bir vücut olur.
Herhangi bir endüstriyel ürün (çağımızda) tasarımcısına ancak teknolojisinin
sınırlarına kadar (ve salt işlevsel / maddi) bir "form/biçim"
özgürlüğü verebilir. Bu sınırların kalkacağı (gelecek) yıllarda/asırda
yaşayacak olanların, (resim ve) yontu sanatlarından vazgeçmeleri veya bu
sanatlardan, görselliğin yanında
bir de işlevsellik beklemeleri, kendi tercihleri(!) olacaktır. Resim ve yontu
sanatlarının, (nano) teknolojinin (ve yapay zekanın) sağlayacağı sınırsız
verilerle ve insanın değişen ihtiyaçları ile endüstriyel ürünlerde
"soyut" formlar/ biçimler halinde görselleşe(bile)cekleri gelecek
zamanlarda çocuklar, örneğin (günlük besinleri olan) peksimet şeklindeki
tabletlerde (her gün farklı) Picasso'lar yiyebilecekler ve müzelerde 21.yy.dan
kalma, üzeri garipsedikleri renk ve şekillerle dolu çaydanlıkları seyrede(bile)ceklerdir.
Bir soyut sanatçıya bir başkası (öteki) tarafından sipariş veril(ebil)mesinin
mümkün olması, soyut ile somutun başaşağı yer değiştirmesi demek olacaktır ki
orada (salt veya değil) sanatın, insan eli ile yapılmış hiç bir türü de
olmayacaktır. Ancak, burada bir paradoks da ortaya çıkabilir: grafik, moda,
endüstriyel tasarım, mimarlık gibi bütün uğraşların yapay zeka tarafından
(sanal ortamda) yapılacağı gelecekte insanlık için (bence) yapılacak sadece iki
(somut) iş kalacaktır: resim ve heykel sanatçılığı ile mühendislik.
Modern sanatta da sipariş üzerine eser verildiği savı ileri
sürülebilir ancak konular veya hiç değilse konuların ifade ediliş tarzı üzerine
bir ipotek konulduğu iddiası havada kalır. Yeri gelmişken, Picasso'nun Guernica
adlı (duvar) resminin, Paris Dünya Fuarında sergilenmek üzere İspanya hükümeti
tarafından verilmiş bir sipariş üzerine çizildiğini ancak konusunun (ve ifade
ediliş tarzının) tamamen sanatçının özgür iradesi ile (aniden çıkan iç savaşa
göre) biçimlendiğini de burada hatırlatmak yararlı olabilir diye düşünüyorum.
Ben, endüstriyel tasarımcılığın bir "salt sanat" olmadığı (kendi
özgün!) tezimi açıklamaya çalışıyorum. İçine "sanat katılmış" bir
endüstriyel ürünün, bir sanat eserinden farklı olarak, konusu / işlevi / amacı....
önceden belli "salt ticari" bir amaçla üretildiğini yani bir
"meta/mal" olduğunu ve bu sanatı oraya koyan (o ürüne gizleyen)
sanatçının ise (asla sanatçı olduğunu inkar etmiyorum fakat) "güdümlü bir
sanat" yaptığını iddia ediyorum. Bu düşüncemi tekrar açıyor ve kolay
anlaşılabilmek için maddelere döküyorum:
Endüstri ürünleri tasarımcıları sanatçıdırlar fakat:
1. Endüstriyel ürünler, (önceden belirlenmiş) ticari amaçlarla
yapıldıkları için, (salt) sanat değeri taşımazlar.
2. Endüstriyel ürünler, (kişisel) soyut değerlerin bir ifadesi
olmadıkları için , (salt) sanat değeri taşımazlar.
3. Endüstriyel ürünler, teknolojiye bağlı/bağımlı oldukları için,
(salt) sanat değeri taşımazlar.
4. Endüstriyel ürünlerde sanat, tüketiciyi "satın almaya
kışkırtmak için" kullanıldığından -yani sanat ürüne bir ard niyetle
gizlendiğinden- (salt) sanat değeri taşımazlar.
5. Endüstriyel ürünler, seri olarak üretildikleri için, (salt)
sanat değeri taşımazlar.
6. Endüstriyel ürünler, zaman içinde "geliştirildikleri /
iyileştirildikleri / yenilendirildikleri" için, (salt) sanat değeri
taşımazlar.
7. Endüstriyel ürünler, tek bir sanatçının değil, önceden belli
bir konuya yönlendirilmiş / güdümlenmiş
bir ekibin ortak çalışması olduğu için, (salt) sanat değeri
taşımazlar.
8. Endüstriyel ürünler, tıpkı mimarlık ürünleri gibi
"işlevsel / fonksiyonel" olmak zorunlulukları ile, (salt) sanat
değeri taşımazlar.
"Endüstri Ürünleri" kavramı, makinalar vasıtası ile
baskı, dokuma, kesme, kalıplama, döküm, pres gibi yol/usül/yöntemlerle seri
olarak üretilen bütün malları kapsar. Birbirinin aynı ve birden çok üretilmiş
bütün bu ürünlerin (hammadde dışında) iki temel girdisi, ilgili
"mühendislik disiplinleri" (bilimsel ve teknolojik anlamda gerekli
olan tüm veriler) ve -eğer üründe estetik bir gereklilik kaygısı varsa-
"sanat"tır. Bu (kendi ürettiğim) çok basit tarif bile, içinde
mühendislik disiplinleri olmayan herhangi bir ürünün -endüstriyel anlamda-
yapılamayacağı ve sanatın (olması gerektiğinin düşünüldüğü ürün / yer ve
koşullarda) sadece bir "tercih" olduğu gerçeğini (bence) yeterince
açığa çıkarır. Bir adım daha öteye giderek, mühendisliğin "hayatı
kolaylaştırmak" fakat (üründe kullanılan) sanatın "malı satmak"
amaçlı (olmazsa olmaz!.) bir tercih olduğunu bile -kişisel olarak-
söyleyebilirim. Benim görüşümde, bir ürünü satmak için o ürüne
"yerleştirilen" sanatsal uğraşa "endüstriyel tasarımcılık"
denilir ki bu bağlamda her zaman (ve her yazdığım metinde) anlatmak istediğim,
sanatın bu şekilde "güdümlenmiş" tarzı ile artık bir "salt
sanat" anlamını yitirmiş olduğudur.
Sigaraya bağlı / bağımlı olmak gibi hiç hoşlanmadığım bir şekilde
anlaşılması mümkün, üçüncü maddedeki "teknolojiye bağlı / bağımlı
olmak" koşulunu da (hiç sevmediğim halde bir örnek vererek -kısaca-)
açıklamak istiyorum. Bu arada söylemek isterim ki yazarın anlattığı şayet
okurun anladığı ile örtüşmüyorsa kusur (görünürde mantıklı bir başka sebep
yoksa) elbette yazardadır. Bu ve bundan önceki hemen her yazıda verdiğim bu
örnekle ben, teknolojiyi "su" olarak düşünüyorum ve endüstriyel
ürünleri ise "balığa" benzetiyorum.
Balığın suya bağlı / bağımlı
olması ile herhangi bir (salt) sanatçının (tıpkı karada yaşayan herhangi bir
canlının su ile kurduğu ilişkide olduğu gibi) "teknolojiyi istediği zaman
istediği ölçüde ve hatta aykırı olarak kullanması" keyfiyetini / tercihini
karşılaştırıyorum. Balığın "solungaçları" ile sudaki oksijeni
kullanması ve üstelik suyun içinde (bir mahkum gibi!) yaşamasını, karadaki
herhangi bir canlının havadaki oksijeni ciğerleri ile kullanıyor fakat suyu da
içiyor olması ile karşılaştırıyorum. Ağaç Biçimli Düşünce sisteminde bunun ne
ifade ettiğini de son derece iyi biliyor fakat henüz erken (ve belki de
gereksiz) olduğunu bilerek -şimdilik- o konuları es geçiyorum. Burada, okurdan
en çok dikkat etmesini isteyeceğim şey, su ile balığın ilişkisini bir akvaryum
içinde "seyirlik" olarak değil de bir açık deniz içinde yaşam
mücadelesi olarak algıladığımı da düşünmesidir.
Aristoteles Mantığı
Yukarıdaki (8 maddelik devam ettirilebilir) liste, Aristoteles
mantığındaki "aynı şeye eşit olmayan iki şey, birbirine eşit
değildir" kanıtsavının tipik bir örneği. Ya bu kanıtsav yanlış, ya sanatın
ne olduğunu bilmiyorum ya da endüstriyel ürün tasarımını (teoride değilse bile)
pratikte yanlış yaşıyorum!.. Sanatın içeriğini ve piyasada içinde çalıştığım
koşulları (anlayışı) değiştiremeyeceğime göre, kendimi teselli etmek için
uydurduğum(?) tezime sarılıyorum: endüstri ürünleri tasarımcıları, sanat değeri
taşımayan (bilimsel / teknolojik tabanlı ve ticari amaçlı) endüstriyel ürünlere
sanatsal yeteneklerini "gizlerler" yani "sanatlarını
kullanırlar" ve bu yeteneği kazanabilmek için, hem teoride hem de pratikte
eğitim almak zorunlulukları vardır. Modern sonrası felsefe anlayışında bu bir
"kalıp", özgür düşünceye kurulmuş bir tuzak; kendimi avutmaktan
vazgeçip, kendi tezimi didik didik ediyor, eleştiriyor, parçalarına ayırıyor
fakat daha başka bir biçimde yeniden bir araya getiremiyorum. Hayat daha başka
bir şey: ya kendinde olmak ya da kendini yaşamak ikilemini dayatıyor kısır
döngüsünde. Kendimi yaşayamıyorum, mesleğimi bir (salt) sanatçı gibi de
yapamıyorum(!). Akvaryumu seyrederek felsefe yapmak lüksüm olmadığını da
gördükçe, var çabamla endüstri ürünleri tasarımcılığı ile mühendislik
disiplinleri (kendimle sanayi) arasında bir ilişki, bir köprü kurmaya
çalışıyorum.
Aristoteles mantığının Gottlab Frege tarafından 1879'da yayımlanan
"modern simgesel mantık" ile bilimsel alandan silindiğini bildiğimi
(bilim ve teknoloji pratiğindeki okurlara) burada belirtmeme gerek yok. Hareket
kanunları hakkındaki yanlış tezlerinin ise 1687 yılında yayınlanan Doğa
Felsefesinin Matematik İlkeleri ile Newton tarafından çöpe atıldığını da herkes
bilir. 21.yy.da hala onun tezleri ile düşünüyor olmamı kendime
yakıştıramıyorum (!) ama galiba "hayatın kendisinde olmak" ayaklarının
toprağa basması demek ve ikibin yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen bu episteme
hiç değişmemiş!..
Bakıyorum: mesleğimin, otorite / yöntem / proje / ekip bağımlılığı
ve benzer katı kurallar olmaksızın yapılabileceğine sadece ben değil, mesleğimin
bazı (yerli ve yabancı) duayenleri de inanmıyor olacaklar ki (bence) en önde
gelenleri (endüstriyel ürünlerde) tasarıma, bir "yöntem" bir
"kuram" getirmeye çalışıyorlar; makaleler, bildiriler ve hatta
kitaplar yazıyorlar. Bu tür metinleri okumak, mesleğimin sanatla ilişkisinde
yaşadığım kuşkularımı gideriyor ve (yalnız ve haksız olmadığımı hissettirerek)
içimi rahatlatıyor.
Bu yol / kuram / yöntem / metodları da eleştirmiyor değilim fakat
hepsinin de hiç inkar edemediğim bir ortak noktası var: üzerinde yaşadığım
toprakların sosyo-ekonomik koşulları ile az veya çok, uzlaşıyorlar,
örtüşüyorlar, bana (ve hayata) yakın duruyorlar. Böyle zamanlarımda şu soruya
cevap arıyorum: "Bir amaca, bir yönteme, bir kurama, bir metoda (ve
özellikle, bir makalemde kendi gruplandırmama göre "enerjiyi dönüştüren /
bileşik ürünler"de) bir ekibe ihtiyacı olan her hangi bir uğraş (güncel
hayatta her zaman geçerli -gibi görünen- Aristoteles epistemesi'ne göre) bir
"salt sanat" olamayacağına göre, niçin (bazıları) bu mesleğe bir
"sanat" ve bu mesleği yapmak için yola çıkanlara da
"sanatçı" muamelesi yapıyor? Bu mesleği yapmak için sanatçı (veya
sanatçı yetilerine sahip) olmak ilk ve gerekli (ancak, yetersiz) şart fakat
yapılan işin (salt) sanatçılık olmadığı (bence) çok açık bir gerçek iken, niçin
diğer bütün tasarımcılarla (yani salt sanat yapan diğer bütün gerçek
sanatçılarla) aynı kefeye
konuyor ve ortak bir "tasarımcılar" ismi ile anılıyorlar? Sanatçı
olup da (zaten aksi düşünülemez) "salt sanat" yapmıyor olmayı kabullenmek,
gurur meselesi yapılacak bir durum mudur? Hangi grafiker veya moda tasarımcısı
veya bir iç mimarın, bir mühendis ile ilgisi / işbirliği yapma zorunluluğu
vardır? Burada, birbiri içine geçmiş onlarca soru üretmek mümkün zaten benim
arzum da (beni okuyanları) bu yolda kışkırtmak; soru ve cevapları ile
özeleştirilerine yönlendirmek (bir "zorlama" değil, bir davet) ya da
beni analiz etmelerini rica etmek!..
Moskova Anıları
Moskova'ya yaptığım gezide, (komunist sistemde üretilmiş) her bir
ürünün, kendisinden beklenilen işlevi (yani mühendislik koşullarını) yerine
getirebilmesinin yeterli olduğunun ve -en geniş anlamı ile kullanıyorum- biçime
hiç gereksinimi olmayacağının zannedildiğini (yani sanatın görmezden
gelindiğini), evlerdeki ütülerden sokaklarda karları temizleyen ağır iş
makinalarına kadar her alanda gözlemledim. Sanatı hiçbir şekilde endüstrinin
içinde kullanmadıklarını; resim/heykel/mimaride çok özgün (ve modernist)
yapıtları olmasına rağmen her iki alan (ev ile sokak) arasına çok kesin/kalın çizgiler
çekmiş olduklarını gördüm.
1996'daki o gezide, birisi batmış olan iki ekonomik sistemi kendi
mesleğimin penceresinden karşılaştırdım. Ekonomist değilim üstelik siyasetten
de hiç anlamam fakat (onlar hakkında bana anlatılanlara, tercüme edilen sohbetlere
ve öğrendiklerime göre) inandığım bir şey var: bütün o halklar da siyasetten
bir şey anlamıyorlardı, (sokaktaki insanların) hiç biri ekonomist de değildi
fakat benim (ve bütün insanlığın) onlarla tıpa tıp aynı bir özelliğimiz vardı:
hepimiz doğal olarak özgürlüğüne düşkün ve (potansiyel) birer sanatçı idik.
Moskova, her sokağı sanatla dolu bir şehirdir; bir yabancı için
Moskova, ancak yürümekle keyfi çıkarılabilecek kadar güzeldir. Tiyatroları,
sinemaları, müzeleri ve neredeyse her yapıyı ayrı ayrı kuşatan yeşil alanları
ile insana, bir metropolde olduğunu unutturur. Buna karşılık, iç içe geçmiş
çemberleri ve aynı (tek) merkezli bu çemberleri birleştiren akslara benzeyen
caddeleri ile de, bir yabancının bile içinde kaybolmasına asla izin vermez.
Kril alfabesini hiç bilmeseniz bile (eğer biraz olsun görsel hafızanız ve bir
de sanata merakınız varsa!) tek başınıza gezebilir ve otelinize dönebilirsiniz.
Bu kadar güzel bir şehirde (ve aç olmadıklarını söyleyen) insanların sokağa
dökülüp ihtilal yapmalarının sebebini ben, evlerinin içine girdiğim zaman
algılayabildim. Sadece propaganda amacı ile (güdümlenerek) kullanılan sanat,
benim gibi yabancılarda kendisinden beklenen işlevi fazlasıyla yerine
getirirken, moda veya endüstriyel bir ürün kılığında bile olsa evlere / özel
hayata giremediği için kendi paradoksunu yaratmış ve intikamını almıştı. Orada
inandım ki, insanın (kendi küçük dünyasında) estetik duygularını tatmin
etmeyen, insana işlevsel fayda sağlamaktan öteye geçemeyen (sanatı sadece
vitrinde veren) her ekonomi çökecektir; ikisini birden (evde ve sokakta)
verebilecek bir ekonomi ise (kendi çökmek istese veya çökertilmek istense bile)
doğrudan o ekonominin içinde yaşayanlar tarafından ayakta tutulacaktır.
İnsanlar, karınlarının tok olduğu, yarın nasıl yaşayacakları
hakkında hiç bir endişe taşımadıkları bir ekonomide (böyle anlatıyorlardı!..)
mutlu olmadıklarını söylüyor, o ekonomiyi hiç istemediklerini, hep özgürlük
hayali ile yaşadıklarını dile getiriyorlardı. Bizim içinde doğup büyüdüğümüz
sistemin ne olduğu hakkında (devrimden önce) en küçük bir fikirleri bile
olmadığı, onlar için kapitalizmin sadece "özgürlük" anlamına geldiği,
her konuşmalarından kolayca anlaşılabiliyordu. Özgürlük kavramının içini
dolduramıyorlardı; üstelik "çok çalışmak" gibi bir bedeli olduğunun
da henüz farkında değillerdi.
Ben, kişisel olarak inandım ki onların istedikleri (ve adına
özgürlük dedikleri ) şey, insan olduklarını hissedebilmek, istedikleri kıyafeti
giyebilmek, diledikleri gibi yaşayıp diledikleri malı (sırada beklemeden) satın
alabilmek, yani "ürün seçme özgürlüğü" haklarını kullanabilmekten
daha fazlası değildi. Ödeyecekleri bedeli nasıl kazanacakları hakkında henüz
pek de bilgilerinin (ve ülkelerinde sanayinin) olmadığı o 90'lı yıllarda,
inanılmaz şeyler gördüm: Ben orada, batı malı gözlüğünü, çerçevesine bağlı
(renkli) ipten sarkan (kağıt) amblemi kesip atmadan, gururla taşıyan insanlar
gördüm (cama yapışık olan küçük kağıt amblemleri zaten hiçbiri
çıkartmıyordu!..) Blue-jean pantolonlarının arka ceplerindeki karton markaları
sökmeden dolaşan dünya güzeli kadınlar, deri montunun sırtında etiketle dolaşan
erkekler gördüm. Orada, o eski sisteme lanetler yağdırdım; insanın (ve
mesleğimin) ne olduğunu (ve psikoloji ile de bağıntısını) ben orada öğrendim.
Neyse ki beni "artık böyle şeyler çok azaldı" diye teselli
ediyorlardı. Fakat, 01 Ocak 2006 tarihli Radikal'in 12.nci sayfasında gördüğüm
bir yazı beni o eski günlere götürdü. Sn. Suat Taşpınar'ın "Gece Gündüz
Moskova" köşesinden bir alıntı yapacağım:
"...Bana sorarsanız memlekette yılın olayı, gerçek hayat
öyküsü olan "Krediye hücum!" filminin gişe rekorlarında zirveye
oturmasıydı. Rusya tam bir "kredi-manya" sarmalının içine düştü.
Millet cep telefonunu bile krediyle alıyor. Kaldırıma bile masa atıp gelip
geçene kredi veren bankacıklar türedi. Halk zincirini koparmış bir halde
mağazalara saldırıyor. Sabahın köründe bile kasalarda kuyruk var. Aslında bunca
yıllık mahrumiyetten sonra bunda şaşılacak bir şey yok. Yani ortada
"görgüsüzlük" yok, "ihtiyaç hali" var. Tek takıldığımız
nokta, Rusya'nın üreterek değil, petrol-gaz satarak büyümesi. Çanlar krediyi
hibe gibi alan tüketiciler için mi çalıyor?"
Anıların Düşündürdükleri
Mühendisliğin "hayatı kolaylaştırmak" fakat üründe
kullanılan sanatın "malı satmak" amaçlı (olmazsa olmaz bir tercih)
olduğunu -kişisel olarak- iddia ettiğimi yazdım yukarıda. Tırnak içinde
kullandığım "malı satmak" amacı, bence, sermaye sahibinin kar etmek
gayesinin çok ötesinde, kutsal bir anlam barındırır içinde: insanın sanatsal
güdülerini (estetik doyum ihtiyacını) tatmin etmek ve insanı mutlu etmek; kabul
edilmeli ki alışveriş yapmak sadece benim için değil, herkes için bir
mutluluktur ve aslında satın alınan da çoğu zaman ürünün kendisi değildir!..
Moskova anılarımda, insanın, içinde yaşadığı teknolojinin uzaya gitmesinden
daha çok bu teknolojinin "kendisine nasıl bir gözlük sunduğu" ile
ilgilendiğine dikkat çekmek istedim. Bu anlamda, devletin veya özel
girişimcinin kim (yerli mi yabancı mı) olduğu, ürünü hangisinin yaptığı, eğer
özel girişimci ise ne kadar zengin olduğu, devlet ise uzaya gidip gitmediği...
gibi soruların hepsinin anlamını yitirdiğine; insanın, önce kendi içgüdüsel
sanatsal arzularının tatmini ile ilgilendiğine ve bu konuda bencillik
gösterebileceğine inandığımı
göstermek istedim; en azından ben böyleyim!.
Bazı ekonomistler (okuduklarımdan anlayabildiğim kadarı ile)
sermayenin bencil olduğunu iddia ederler; nerede çok kar edebilirse oraya
gider, derler. Oysa ben inanıyorum ki sermaye, ne kadar bencil olursa olsun (ki
bence bu, insanın bencilliğinden çok farklıdır), nereye giderse gitsin, sonuçta
insana hizmet eder. Sermaye, hayatta kalabilmesini, kendi yarattığı bu
paradoksuna borçludur: yaşamak için üretmek ve kar etmek zorunda olması,
ürettiği (her zaman daha çok üretmek zorunda olduğu) her ürünle insana (daha
çok / daha ucuz) hizmet etmesi anlamına gelir. Sermaye, ürettiğini satın
alabilmesi için insana bir de "ücret" öder fakat kendi paradoksu (ve
kısır döngüsü) onu, en az ücreti ödemeye de mahkum eder. Daha çok fakat birim
başına daha az karla üretmek zorunluğunda kalan sermaye, ucuz ücrete yönelmek
(onu bulmak) zorundadır. Bir insana, hem beğenmediği hem de pahalı fakat yerli
malı(!) bir ürünü satın alması için baskı yapmakla, (yerli) sermayeden hem ucuz
satmasını hem de çok ücret ödemesini beklemek, bence aynı şeydir; kötü niyetli
ve kabul edilemez bir otorite tarzı, ard niyetli bir beklentidir.
Sermayenin tatil yapma, izin kullanma, hasta olma özgürlüğü de
yoktur. Seçmek için değil, (en ucuz fiatla) seçilmek için çalışır. Bu anlamda
bir ülkedeki sermayenin, yerli mi yoksa yabancı mı olduğu beni hiç
ilgilendirmez. Beni ancak, kendi ülke insanımın seçtiği ve (satın alıp)
kullandığı ürünün (malın) ithal olup olmaması ilgilendirir. Çünkü ithalat,
ücretin başka bir ülkede ödendiği anlamına gelir. Bana göre bir ithalat,
birbirine çelişik iki şarta bağlıdır: o ülkede üretilemeyen bir malın (ki
mutlaka bu konuda fizibilite çalışmaları yapılmalı ve yerli/yabancı
yatırımcılar özendirilmelidir) ithalatı normaldir fakat o ülkede üretilebildiği
halde (ihraç edilemiyor ve üstelik) ) ithalatı da yapılıyorsa ortada bir
problem var demektir. Sözünü ettiğim şey, ucuz ve kalitesiz yerli mallar değil
fakat yerlisinden daha pahalı olduğu halde pazarda ağırlığı olan ithal tüketim
ürünleridir. Eğer bu problem (teknolojik zayıflık değil de) sanatsal kaynaklı
ise, tüketicinin malı tercih etmemesindeki tek (ağırlıklı) sebep bu ise,
insanın sanatsal güdülerinin (estetik doyum ihtiyacının) karşılanmaması,
(neticede) benim mesleğimin bir kusurudur, diye düşünürüm. Fakat, "tek
kusurlu" olmak "tek sorumlusu" olmak anlamına da gelmez.
Sn. Suat Taşpınar'ın yazısında dile getirdiği, Rusya'daki
"krediye hücum" manzarası, bildiğim (ve hala öyle olduğuna emin olduğum) o sanayideki zayıflığın bir
dışavurumudur; basit ve bileşik (ev-büro tipi, enerjiyi dönüştüren) ürünler ya hiç üretilmiyorlar,
ya da hala (eski kabukları ile) üretilenler ise alıcı bulamıyorlar. Uzay teknolojisine sahip bu
ülkenin halkının, ithalatı nasıl karşılayacağı, hibe niyetine aldıkları
(kişisel) kredileri nasıl geri ödeyecekleri, yazarımızı haklı olarak
endişelendiriyor.
Bizler de burada, kendi ülkemiz ve halkımız için endişelenmeliyiz
diye düşünüyorum ve en başa dönüyorum: "...Moskova'ya yaptığım gezide,
(komunist sistemde üretilmiş) her bir ürünün, kendisinden beklenilen işlevi
(yani mühendislik koşullarını) yerine getirebilmesinin yeterli olduğunun ve -en
geniş anlamı ile kullanıyorum- biçime hiç gereksinimi olmayacağının
zannedildiğini (yani sanatın görmezden gelindiğini), evlerdeki ütülerden sokaklarda
karları temizleyen ağır iş makinalarına kadar her alanda gözlemledim. Sanatı
hiçbir şekilde endüstrinin içinde kullanmadıklarını....gördüm." Uzay
teknolojisine değil ama, basit ve bileşik ürünlerin her türlüsünü üretebilecek
yetişmiş insan ve teknoloji kaynaklarına (ve hatta sermayeye) fazlası ile
sahibiz. Sorun nerede? Sanırım cevabı, yukarıdan alıntı yapacağım şu cümlede
vermişim: "... insanın (kendi küçük dünyasında) estetik duygularını tatmin
etmeyen, insana işlevsel fayda sağlamaktan öteye geçemeyen (sanatı sadece
vitrinde veren) her ekonomi çökecektir; ikisini birden (evde ve sokakta)
verebilecek bir ekonomi ise (kendi çökmek istese veya çökertilmek istense bile)
doğrudan o ekonominin içinde yaşayanlar tarafından ayakta tutulacaktır."
Sonuç
Bütün yazdığım metinlerde öne sürdüğüm bir tezim var: batıda
"kendiliğinden" oluşan hiçbir şey, bizde de kendiliğinden oluşsun
diye bekleyemeyiz. Onların bugünkü değerlerini (ve değer yargılarını; sosyal ve
ekonomik yapılanmalarını) olduğu gibi kabullenemeyiz; akvaryum balıklarını
hayranlıkla seyredenlere benziyoruz oysa ki denizlere, açıklara açılmalı ve
(bize kahkahalarla gülseler de) boğulmadan yüzmeyi -kendimiz- öğrenmeliyiz. Üstelik, batıda herşeyin kendiliğinden
oluştuğu da bir safsata. O devletin (zamanında) nasıl ve ne kadar
"müdahaleci" olduğunu ve halkın nasıl acı çektiğini (o günlerin kendi
tarihi kayıtlarını kendilerinden okuyarak anlamak ve) öğrenmek isteyenlere
tavsiye edeceğim bir kitap var:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1.baskı 1988 ve 2.baskı 1994
yılı, Phyllis Deane (ingilizceden çeviren: Prof.Dr. Tevfik Güran) eseri İlk
Sanayi İnkilabı . Piyasada var mı, bilemiyorum; ben öğrencilik yıllarımda
(tesadüfen) alıp okumuştum!..
Hürriyet gazetesinin 11 Ocak 2006 baskısı Tarih ekinin 18.sayfasında
Sn. Erhan Afyoncu'nun hazırladığı "doğru bildiğimiz yanlışlar"
belgeselinden bir alıntı yapacağım:
"Türkiye'ye matbaanın geç gelişi, bitip tükenmek bilmeyen bir
tartışma konusudur. Bir kesim matbaanın gelişine günah olduğuna inanıldığı için
engel olunduğunu söylerken, bir diğer kesim de hattatların karşı çıkmaları
yüzünden uzun müddet matbaasız kaldığımızı ileri sürer. Ancak, gerçek çok
basittir; matbaa, Türkiye'ye okumayı ve kitabı sevmediğimizden geç gelmiştir.
Matbaanın gelmemesi tartışmalarının en iyi karşılığı, "geldi de ne
oldu?" sorusuna verilecek cevaptır. Matbaanın kurulmasından İbrahim
Müteferrika'nın ölümüne kadar geçen yaklaşık yirmi yıllık dönemde 17 adet kitap
basılabilmiş, Müteferrika'nın ölümünden sonra ise matbaasında yalnızca bir
kitap basılmış ve 27 yıllık bir ara verilmiştir. Bu durum, matbaanın
kurulmasının yanısıra faaliyetinin de tamamen İbrahim Müteferrika'nın
gayretleri ile yürüdüğünü ancak buna karşılık toplumda okuma merakı olmadığını
göstermektedir."
O basılan kitaplar şimdi nerededir ve onları satın alanlar
kimlerdir, bilmek (benim için) mümkün değil, fakat İbrahim Müteferrika ismini
(zamanında yanlış veya eksik öğretilmiş olsa da) orta okul yıllarımdan beri
biliyorum: rakipleri olmuş olsa idi, eminim ki şu an ismini hatırlamam mümkün
olmazdı!..
Günümüzde rekabet sadece sermayeler arasında değil, bunu anlamak
gerek, rekabet artık işgücü potansiyelini oluşturan biz "emekçiler"
arasında da oluyor üstelik kendi sınırlarımız içinde birbirimizle de değil,
dışardan gelenler (ve geleceklerle de) rekabet gitgide kızışıyor: emek de ithal
ediliyor. Yerli sermaye kadar yerli emek de tehlike altında; yerli sermaye için
"kar" ve yerli emek için "ücret" kapıları giderek
daralıyor; (en) çok değer verdiğim bir meslek büyüğümün bir gazetedeki makalesine
attığı başlık aklıma geliyor: bu bir milli meseledir. Teorik olarak, yerli
sermaye gibi emek gücü de (kendini kurtarmak için!) yurt dışına çıkabilir;
fakat pratikte bunu kaç KOBİ veya benim gibi kaç -basit- endüstriyel tasarımcı
becerebilir? Becerdik de gittik diyelim, taklit etmeye çalıştıklarımız (üçü
beşi aştıktan sonra) bizi bir "milli problem" olarak algılamazlar mı?
Geride bıraktıklarımıza ne olacak?
Bu makale Bileşim
Yayıncılık, Fuarcılık ve Tanıtım Hizmetleri A.Ş.'ye ait Makinatek Dergisinin
Şubat 2006 tarihli 100.ncü sayısında yayınlanmıştır.
Özlem (Yan) Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
@trendssoul
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016