Antika Eserlerin Doğuşu
Sanat Tarihi, XIX.ncu yüzyılın sonuna
kadar, birbirleri ile ilişkileri bağlamında kopmaz/ ayrılmaz birer "güzel
sanat" dalı olan resim, heykel ve mimarlık üçlüsünün tarihidir. XX.nci
yüzyılın başlaması ile mimarlık, dekoratif/süsleme amaçlı/salt görsel
biçimcilik anlayışını terk ederek (yüzyılın ilk üç çeyreği boyunca sürecek)
işlevin/faydanın hedef alındığı (F.L.Wright'ın ilk örneklerini verdiği) bir
yapı tarzını benimsemiş, sadece bir "güzel sanat" olarak algılanma
dönemini kapatmıştır. Bu yeni dönemle birlikte mimarlık,
"endüstriyel" ürün tasarımcılığı alanının ortaya çıkarılması ve
geliştirilmesinde de tarihsel rolünü üstlenmiş, dünyanın en prestijli mesleği
ve "sanatsal tabanlı bilimsel uğraşı" olarak da varlığını sürdürmeye
devam etmiştir.
Mimarlığın tarifindeki "sanatsal
tabanlı" olmak, onun her zaman sanatla ilişkisi olduğunu ve bu ilişkisinin
bittiği yerde kendisinin de biteceğini ifade eder; öyle ki tamamen işleve
yönelik, sanata tamamen arkasını dönmüş (olduğu varsayılan) bir yapıda bile,
görmek isteyen göz için, sanatsal bir öğe (hiç değilse bir mesaj) bulmak
olasılığı her zaman varolmuş; salt işlevsel olarak tasarlanmış olsa bile,
içerden dışarıya doğru izlenen yolda kabuk, kendiliğinden ve hiç zorlama
hissettirmeksizin, doğal bir biçim / doğal bir güzellik de kazanmıştır.
Mimarlık, sanat tarihi boyunca resim ve heykeldeki üslupların (izm'lerin)
etkisi altına girmek özelliği ile, XX.nci yüzyılda ortaya çıkan trendlere de
tamamen duyarsız kalamamış; salt işlevsel yapılar tasarlarken, örneğin,
yüzyılın ilk çeyreğinde "kübist" yapılar da üretmiştir (Josef Chochol
/ Josef Gocar gibi). XX.nci yüzyılın son çeyreğine ise, post-modernizmin etkisi
altında girmiş ve bence (Frank Gehry ve arkadaşlarının Catia ile yaptıkları
çalışmalarda, bu akıma karşı ortaya koydukları tepkilere rağmen) günümüzde
artık tek bir etiketle anılamayacak kadar karmaşık bir yapıya/anlama
bürünmüştür.
Sanayi devriminde endüstriyel üretim
tarzının (teknolojik bir dayatma olarak) ortaya çıkmaya başlaması (örneğin,
kiremit üretimi) ile beraber mimarlık da yapı teknolojisini değiştirmeye
(örneğin, kereste kullanımını azaltmaya) ve yeni makinalar ile
buluşlar/ yenilikler sonucu üretilen yeni malzemeleri (portland çimentosu gibi)
kullanmaya (zorunlu olarak bu teknolojilere uygun tasarımlar yapmaya) başlamış;
giderek kendi doğal alanındaki tartışmasız kontrolünü kaybederek, teknolojiye
paralel olarak gelişen veya yeni ortaya çıkan mühendislik dalları ile işbirliği
içine girmiştir. Bu, yapısal alanda, mimarlıkla mühendisliğin ilk kaynaşması
(veya, ihtisaslaşmanın başlaması ile mimarlığın ilk parçalanması mı) olmuştur,
bilemiyorum; aklımda kalanlardan derlediğim bu
bilgileri yazmamın nedeni de, "antika eserlerin doğuşu" tezime beni
götüren yolu basitçe açıklamak zaten, daha ötesi (tereciye tere satmak) değil.
İngiltere tarihinin az derinliklerine
doğru kronolojik/dikeyde bir hatırlama ve yer yer durup diğer ülkelerle yatayda
yapılacak bir karşılaştırma, sanayi devriminin yayılması ve etkileri hakkında
yeterince bilgi verirken, karşımıza da hemen hemen (artık ezberlediğimiz) hep
aynı isimleri çıkarır: John Ruskin, William Morris, Peter Behrens, Walter
Gropius... ve diğerleri.
Sanayi devriminin zirve yaptığı (1850'li)
yıllardan başlamak üzere; dokuma kumaş, deri, ahşap, cam, kurşun/kalay
karışımı, gümüş, demir gibi (artık gelişen teknolojiler kullanılarak işlenmeye
başlanmış) malzemeler/metaller kullanılarak imal edilen, günlük hayata ait
ürünler (bardak,şekerlik, çaydanlık, kapaklı/kapaksız sürahiler, mobilyalar vb)
ortaya çıkmaya başlar. Artık mimarlık (Bauhaus Okulunda en açık biçimi ile
örnek olduğu şekilde), sanatı bütün bir toplumun ortak paydası yapmak amacı ve
iddiası ile, resim ve heykelde doğup kendisini etkisi altına alan sanatsal
akımları, zanaat ile de (felsefesinde bir üslup, bir akım dayatması olmadığı
için) kaynaştırma yoluna girer. Ancak, kendisi bir "el işçiliği/göz
nuru" olmak özelliği ile tıpkı bir resim veya heykel yapmak gibi
"sanatsal bir uğraş" olarak o günlere kadar gelen "zanaat",
kendi bileşimini oluşturan iki öğeyi, "el işçiliği" ile usta-çırak
ilişkisi içinde öğrendiği "tasarım" öğelerini, makinalar/teknoloji ile
o günün resim ve heykelden kaynaklanan akımlarına (izm'lerine) terketmek
zorunda kalınca, "sanatı bütün bir toplumun ortak paydası yapmak"
amacı kendi paradoksunu yaratmış olur; "zanaatçı"yı (sanatçıyı)
toplumdan kopararak günümüzün "antik meslekleri" ve ürünlerini de
"antika eserleri" grubuna yerleştirir. Geriye kalan, artık (bence)
salt bir sanat değildir. Günümüzde, endüstri ürünleri tasarımcılığının bir
"sanatsal uğraş" olduğunu iddia edenler, (bana göre) şunu
bilmelidirler ki, zanaatın küllerinden bir daha asla aynısı bir
"sanat" doğmayacaktır.
Geçmişe Özlem Duymak
"Endüstriyel Tasarım" Kavramsal
İçeriği ve Sanatla İlişkisi adlı yazımda öne sürdüğüm bir tezim var:
"Şiir, kağıtlar üzerine yazılır ve
çoğaltılır, müzik notaları da öyle. Bir heykel, alçı/ tahta/ metal/ sentetik...
onu yapan sanatçının tercih ettiği malzeme ile yapılır. Sanatçı/ tasarımcı,
dilediği malzemeyi kullanma özgürlüğüne sahiptir ve şaşırtıcı olan tarafı,
malzemenin sanata/tasarıma hiç bir artı veya eksi değer getirmeyişidir. Şiirin
çoğaltılması bir "en çok" özelliği taşısa da kağıdı ona bir değer
katmaz; bu anlamda, örneğin bir heykelin "teklik ve özgünlüğü" ile
ortak noktası, sayısallıkta değil fakat "değerini malzemesinden
almıyor" oluşundadır. Oysa ki endüstriyel tasarım, malzemesi ile de sıkı
sıkıya bağlıdır"
Hiç bir güç, (en geniş anlamı ile
kullanıyorum) tarihin ve getirdiği yeniliklerin önünde duramaz. Direnmek değil
uyum sağlamak erdemdir. Uyum; her zaman (hiç direnmeden) "kabul
etmek" anlamına gelmez, fakat hiç bir zaman, ön yargı ile "inkar
etmemek" anlamına gelir; hiç değilse "anlamaya ve anlatmaya
çalışmak" çabasını gerektirir. Ben, örneğin, binlerce sayfa okumuş olmama
rağmen, post-modernizi anlayabilmiş (mantığını kavrayabilmiş) değilim; ancak
bazı temel ilkelerini "öğrenmiş" olduğum için, yazılarımın
"bağımsız bir gösteren olduğu" önyargısı ile de okunabileceği
olasılığını göz ardı etmiyor, adeta kendi içinde kendisini yorumlayan (uzun!..)
cümlelerle yazıyorum. Yazılarım, su kayağı yapmak için sakin suları arayanlarda
dalgalı denizlerin yarattığı hoşnutsuzluğu yaratıyor, biliyorum; ben, geçmişe
özlem duymuyor, geleceğe uyum sağlamaya çalışıyor ve ötesini yorumlara
bırakıyorum.
Endüstriyel tasarımın malzeme ile
(bugünkü) ilişkisi hakkında benim (yukarıda alıntıladığım) düşüncelerimi, çok
yakın bir geçmişte, 94 yıl önce yazılmış bir başka alıntı ile karşılaştırarak
"tarih ve getirdiklerine uyum" konusuna bir örnek vereceğim:
"The material in itself is dead and
lifeless. It is only given life by form, breathed into it by the creative will
of the artist... the value of the work of art lies in the emotional
satisfaction of an inner urge for redemption, not in the value of the
material." (Walter Gropious, monumentale Kunst und Industrie, Lecture
given in Hagen on January 29 1911 adlı özgün kaynağından alıntı: Gabriele
Fahr-Becker, Art Nouveau, Könemann 1997 for the English edition, page:270 )
Birinci cümle içindeki "only" ve
"form" kelimelerini kaldırıp okuduğum zaman, inanılmaz güzel/doğru ve
bir sanat eserini betimleyebilecek en güzel düşünceyi görüyorum: "Malzeme
hareketsiz ve cansızdır. Ona hayat veren şey, içine üflenmiş olan, sanatçının
yaratıcı iradesidir..." Fakat, o iki kelimeyi araya katınca ortaya çıkan
"Malzeme hareketsiz ve cansızdır. Ona hayat veren tek şey, sanatçının
yaratıcı iradesinden içine üflenmiş olan biçimdir..." ifadesi, (arada
-alıntısı yapılmayan- başka cümle(ler) de olduğunu gösteren üç noktayı
görmezden gelmek zorundayım) hem benim düşüncemle ve hem de kendi içindeki
ikinci cümle ile çelişiyor diye düşünüyorum (Türkçeye tercümemi okurken,
edebiyatçı olmadığımı hatırlayınız):
"Bir sanat işinin değeri, sanatçının,
malzemeyi fiziksel donukluğundan kurtarmaya yönelik içsel güdülerinin
ulaşabildiği duygusal doyuma dayanır, malzemenin fiziksel değerlerine
değil".
"the value of the work of art lies...
not in the value of the material" (bir sanat işinin değeri... malzemenin
fiziksel değerlerine -bağlı- değil-dir) kısmı , eğer endüstriyel ürünlerden
bahsetmiyorsak, kesinlikle (yüzde yüz) doğrudur. Şiir ve heykel örneklerimde
olduğu gibi, sanat, değerini, malzemesinden almaz. Hiçbir resim/tablo, üzerine
yapılmış olduğu malzeme ile değerlendirilmez. Fakat, büyük usta, ilk cümlesinde
"tek şey....biçimdir.." dediği zaman, belli ki (henüz o günlerde adı
konulmamış, içeriği/tarifi yapılmamış olan) endüstriyel ürün tasarımından
bahsediyor, yani iki cümle birbirine çelişik: ilk cümlede endüstriyel ürünü ve
ikinci cümlede ise sanatı betimliyor; iki cümle ard arda gelince çelişkinin
kendisi, endüstriyel ürünleri de "sanat eserleri" kapsamına almış
oluyor. İki cümleyi ters sırada ve özetle okuyalım: "Sanat işi değerini,
malzemesinin değerinden almaz...Malzemeye sadece biçim hayat verir."
Ya aradaki çok önemli olan cümle(ler)
yanlışlıkla alıntılanmadı (ki heykel sanatından da bahsediyor olabilir!..) ya
da büyük usta, yepyeni bir bilim dalının öncülüğünü yapmakta olduğunun
farkında/ayırdında değildi, sanatla zanaat ikilemi arasında kalmıştı, diye
düşünüyorum; eğer böyle olmasa idi, ilk cümlesindeki "only"
(tek:sadece) tamlayanını kullanmazdı.
Endüstriyel ürün için "biçim"
hiç kuşku yok ki en önemli özelliktir. Olmazsa olmaz koşul, biçimde, duyuları
kışkırtan bir ifadenin bulunmasını (Gropius'un dediği gibi, sanatçının yaratıcı
iradesinden üflemesini!..) gerekli kılar. Fakat biçim, bir endüstriyel ürün
için, tek başına asla yeterli değildir; "biçim, olmazsa olmaz bir
gerekliliktir fakat tek yeterli değildir". Eğer böyle olsaydı, endüstriyel
tasarımcılık "çok disiplinli" olmaz, mühendislikle işbirliğini
gerektirmez, bir takım oyunu olmazdı. Endüstriyel olabilmenin başka bir çok
koşulları vardır ve eğer görmezden gelinirlerse, kaybedilecek en önemli şey
"endüstriyellik" olur ve zaten orada sadece "sanat" veya
"zanaat" vardır; biri orada olmalıdır çünkü geçmişe özlemle
yaşayanların tek (only) hayat kaynağı (form) biçimdir.
Tarihinden Geleceğe Endüstriyel Ürün
Tasarımı
Zanaatı ortadan kaldıran "sanatı
bütün toplumun ortak paydası yapmak" paradoksu bugün, mimarlıkla
endüstriyel tasarımın yollarını ayırmak için varlığını koruyor. Bilişim teknolojisinden
nano teknolojiye geçişin yapıldığı günümüzde, endüstriyel ürün tasarımının
tarifi, kapsamı ve işlevi artık iyice (en azından, 94 yıl öncesine göre
yeterince) açıklığa kavuşmuştur.
Tarihten geleceğe bakabilmeyi bir tek ben
mi becerebiliyorum?.. Mimarlık ile endüstriyel ürün tasarımcılığının
birbirlerinden ayrılmaları gerektiği düşüncemi ilk kez internet ortamında
"arkitera" sitesinde (2002 Eylül) bir forumda dile getirdim. Şimdiye
kadar bana açıkça "yanlış düşünüyorsun" diyen olmadı.
Kabul edilmesem bile, inkar da
edilemiyorum (ya da, sessizliği ben böyle yorumluyorum). Ortaya atılan tek
karşıt fikir (ki bu bir fikir değil, sadece bir "saptama"..) batı
avrupa ülkeleri ile amerikada endüstriyel ürün tasarımının mimarlar öncülüğünde
başlatılmış ve halen sürdürülüyor olması. Ben de onlara, ortaçağda berberlerin
"cerrahlık" yapmış olduklarını örnek veriyorum. Taklit etmek zorunda
olduğumuz(?) ülkelerde bu ayırım yapılmadan bizim böyle bir konuda
"öncü" rölü oynamamız bize yakışmaz diye düşünülüyor da olabilir.
Oralarda doğal işleyen bir sürecin bize, dışarıdan ithal edilmesindeki mantık
da görmezden geliniyor, unutuldu herhalde, diye düşünüyorum.
Sayın Gamze Türkoğlu Güven'in Türkiye'de
Sanayinin ve Endüstriyel Tasarımın Gelişimi adlı (12-13 aralık 2002, Italian
Design Seminer) bir bildirisi var elimde (o seminere katılmıştım). Sayın Güven,
(Er, Korkut, 1998, s.7) den alıntı yapmış: "...Planlı kalkınmayı izleyen
yıllarda türk üreticilerin endüstriyel tasarım hizmetine yakın dönemde ihtiyaç
duyacakları Amerikalı uzmanlar tarafından tesbit edilmişti. 1965 yılında ODTÜ
Mimarlık Fakültesinde endüstri ürünleri bölümü kurulması yönünde bir rapor
yayınlandı. 1969'da AID Kalkınma Programı kapsamında Amerikalı tasarımcı David
Munro ODTÜ'de endüstri tasarımı bölümü kurulması için görevlendirildi. Mimarlık
Bölümünde endüstriyel tasarım seçmeli ders olarak verilmeye başlandı; bu yüksek
lisans stüdyo dersi 1979'da bölümün kuruluşuna dek sürdü." Açıkça
görülüyor ki bu meslek (eğitim) bize, amerikalıların "uzak görü" yetenekleri
sayesinde "ithal edilmiş". Eğer 1980'lerden sonrasına kalsalardı,
ithalat(!) belki hiç olmaz ya da bugünkü kadar geniş kapsamlı olamazdı, diye
düşüyorum. Biz (eğitimin içeriğinde değil fakat akademik/formel değeri
anlamında) bir adım daha öteye gidememişiz, gidemiyoruz. Galiba bize yeni bir
"David Munro" daha lazım veya artık günümüz modası gereği, AB'den
(uyum yasaları içeriğinde) bir talimat beklemeliyiz. Ancak bu bekleyiş boşuna
olur, çünkü ortada bir "saptama" var: avrupada endüstriyel ürün tasarımı,
mimarlığın içeriği ve kapsamındadır.
Günümüzde iç mimarlar ve peyzaj mimarları
(ünvanlarında bir mimarlık olduğu için) bir kimlik bunalımı yaşamıyorlar;
kendilerini temsil edebildikleri ve haklarını koruyabildikleri ve toplumsal
kabul gördükleri bir tüzel kişilikleri de var (sanırım). Bugünkü sosyo-ekonomik
koşullar altında susmak, bir (kendince) olumlu tercih veya AB'den bir işaret
beklentisi veya bir (kişisel) çaresizlikden mi kaynaklanıyor yoksa sadece bir
öngörüden yoksunlukmudur, işte bunu merak ediyorum. Bu merakımın nesnesinin kim
olduğunu da bilemiyorum!..
Ben, bir endüstriyel tasarımcı olarak,
(son bir kaç yıldır) kendi haklarımı savunabiliyor ve (kendi ortamımda)
kimlik/meslek bunalımı yaşamıyorum. Bir iş ilişkisinde karşıma çıkacak, davranışlarına
önceleri hiç bir anlam veremeyeceğim fakat sonradan (kendi ortamım dışına
taştığım bir zamanlarda arkitera'da yazdığım) yazılarımı okuduğunu ve bana
kinlenmiş olduğunu anlayacağım bir insanla karşılaşmak da kaderin bir cilvesi
olabilir; meslekler/disiplinler arası ilişkilerin getirisinin değil de kişisel
çıkarların ön plana alınması, bana karşı böyle bir tavır alınmasını da normal
karşılamayı gerektirebilir, diye düşünüyorum (arkitera'daki doğal üslubumu,
yanlış anlaşılmalara/okumalara açık olduğunu anladığım için terkettim; yapay ve
zorlama da olsa bu tarzda yazıyorum artık). Mesleğim hakkında edindiği yanlış
izlenimler nedeniyle (ki böyle insanlara -başlangıçta- kesinlikle hak
veriyorum!..) benim fabrikada bulunuyor olmamı tuhaf karşılayanlar da
olacaktır; öyle ya "mimar özentisi" olduğumu zannedenlere göre ben,
hiç olmamam gereken bir yerde olmak/çalışmakla, en basitinden
şaşırtıcı/alışılmamış bir durum etkisi ile dikkatleri çekmekteyim; üstelik
"bana ve mesleğime yer açın" talebim de, ilk defa duyanları, haklı
olarak şaşırtacak ve tepki de uyandırabilecek kadar (diğer disiplinlerin bazı
üyelerine) yabancıdır.
Mimarlık, çok da iyi bilmediğim fakat
adına "tünel kalıp" denilen teknoloji ile seri olarak konut (veya
benzer yapılar) ile prefabrik/kütük evler inşa etmek dışında bir
"endüstriyel ürün tasarımı/üretimi" anlamında (benim mesleğimin
alanında tasarım yapmadıklarını düşünecek olursam) faaliyette bulunmuyor ve
Frank Gehry ile arkadaşlarının bile (mühendislikte ve endüstriyel ürünlerin
tasarımında kullanılan Catia ile yaptıkları) tasarımları sadece tek bir tane
"özgün bir örnek" olarak ve şantiyesinde üretiliyorken -fabrikalarda
değil ve ikincisi de olmuyorken- bir endüstriyel tasarımcının, hem mimarlık ve
hem de mühendislik (ve yetmiyormuş gibi kendi meslektaşlarının) dünyasına
seslenmesi, elbette çok garip kaçıyor. Yeri gelmişken, Rusya'da istisnasız
bütün toplu konutların "precast" sisteminde (en fazla 3-4 modelde:
basit, saf fakat bugün çok bakımsız) üretilmiş olduklarını gördüğümü de
söylemeliyim. "Neden Türkiye'de olmuyor?" diye sorduğumda, inanılmaz
bir "başlangıç" maliyeti olduğunu (ukraynada kurulu, akıl almaz
büyüklükte bir fabrikadan bahsetmişler, hatta Çernobil kazasından sonra bu
fabrikanın kapatıldığını söylemişler ve) o maliyet çemberinin ilk turunu
tamamlamasının hemen hemen imkansız olduğunu anlatmışlardı. Doğrusu, küçücük
bir endüstriyel tasarımcı olduğum için kendi kendime gurur duymuştum!..
Sanayi Devriminin Sosyolojik Etkileri
Alman mimar Walter Gropius, Weimar'da
Bauhaus mimarlık okulunu açtığında, cumhuriyetimiz henüz kurulmamıştı
(Atatürk'ün Samsun'a çıktığı yıl). Yarım asır sonra, 60'lı 70'li yıllarda
ülkemizde başlatılan bu eğitimin ilk öncüleri de (sanırım) yabancı kökenli
idiler. Belki de ilk dersleri veren mimar kökenli (yerli) çoğu öğretim
görevlisi, bu yeni mesleği(n artılarını) ders verirken öğrenmekte idiler. Benim
burada ilgi duyduğum şey doğrudan mimarlığın tarihi değil fakat ingilterede
başlamış sanayi devriminin ülkemize ne zaman, nasıl geldiği ve sosyolojik
etkileridir. Bu nedenle, endüstriyel tasarımın ülkemizde başlatılmasının bir
adım daha gerisine giderek mimarlığın da ülkemizdeki geçmişine bir göz atmakta
yarar görüyorum.
İTÜ'nün kendi sitesindeki tarihçede, ilk
kez batılı anlamda mühendislik (gemi inşaatı ve deniz haritaları yapımcılığı)
eğitimi verilmek üzere (1773) yılında bir macar soylusu öncülüğünde okul
kurulduğu yazılmış. Bu okul, (1795) yılında genişletilerek (Fransız öğretim
üyeleri tarafından) topçu subayı da yetiştirmeye başlamış. (1847) yılında
okulun ders programına mimarlık alanından dersler de eklenmiş.(1883) yılında
ise, Hendese-i Mülkiye adını alarak, bugünkü anlamda sivil inşaat mühendisliği
eğitimi de vermeye başlamış. (1909)'da okul, bayındırlık bakanlığına bağlanarak
Mühendis Mekteb-i Alisi adını almış ve sivil mimar / mühendislerin yetişmesi
için eğitim alanını genişletmiş. Alıntıladığım bu minik tarihçe bana,
(1773/1795) baz alındığında mühendisliğin, ülkemizde eğitimi verilen en eski disiplin
olduğunu gösteriyor. (1847) yılında mimarlık alanında hangi derslerin verilmeye
başlandığını bilemiyorum (zaten bu yazının konusu ile doğrudan ilintili değil).
İTÜ öncesinde, ülkemizdeki mimarlığın usta-çırak ilişkisi içinde olduğunu
düşünmek mümkün. Avrupada, bir disiplin olarak (formel anlamda) mimarlık
eğitiminin başlangıç tarihinin (bizde olduğunun aksine) sosyal açıdan fazla bir
anlamı olmadığı kanısındayım çünkü, sanat tarihinde okuduklarımdan aklımda kalan çok net
bilgiler var: ressamların ve heykeltraşların hiç bir saygınlığının olmadığı
orta çağ karanlıklarında(?) bile mimarlar, şairlerle birlikte asilzadelerin (ve
hatta kralların) sofralarında yemek yerlermiş. Sanatı temsil eden bu meslek,
batıda, belli ki tarihinden gelen baskın (kültürel) karakteri ile her zaman
itibarlı olmuş, kendi alanında son sözün sahibi olmuş (mesleğin saygınlığı,
formel eğitim ile birlikte başlamamış). Belleğimi ne kadar zorlarsam
zorlayayım, (cumhuriyet öncesinde) ülkemize dünya çapında şaheserler hediye
etmiş mimarlarımızın bile toplumumuzda böyle bir itibar/saygınlık gördüklerini
okuduğumu hatırlamıyorum. Farklı bir siyasal yapıda, farklı bir din ve kültür
birikimi ile kendine özgü farklı bir ekonomide , böyle bir tavrı
oluşturabilecek sosyal sınıflar (aristokrasi/ burjuvazi) de olmadığına göre,
belleğime güvenmeye devam etmekte bir sakınca görmüyorum: doğrudan saraya bağlı
bir mimarlık ocağı (bir Balyan ailesi hatırlıyorum bu arada) ve zanaatkarlar grubu
(sınıfı?) vardı mutlaka fakat bu insanların toplumsal ilişkilerindeki (eğer
olmuşsa) itibarlarının kaynağı, doğrudan meslekleri değildi de saraya bağlı
olmaları (saraydan maaş almaları) ve otoritelerinin kaynağının da padişahtan
kaynaklanıyor olması idi, diye düşünüyorum. Sarayda olabileceğini pek
düşünemiyorum ama, bir vezirin sofrasında (her nasılsa çağırılarak) yemek yemiş
olmanın getireceği itibarın, yaptığı eserleri ile itibar kazanmış bir insanın
böyle bir (asilzadeye ait) sofraya (özellikle) davet edilmesinden farklı
olacağı kanısındayım (fakat, bu kadar kesin bir ayırım yapmak, haksızlık da
olabilir; benimki sadece bir düşünce).
Batıda, kendi doğal süreci içinde kendine
özgü tarzı ile gelişmiş (ve kendi sosyal statükosunu da kendisi zamanla kurmuş/kazanmış)
bir disiplinin (ve/veya eğitim sisteminin), özgün kaynağında var olduğu biçimi
ile toplumumuza ithal edilmiş olmasında kimin fikir ve karar sahibi olduğu (bu
yazıda) hiç önemli değil. Fakat bu eğitimi ilk kez kimlerin verdiğini
incelemek, beni kişisel olarak doğrudan bir "statüko" kavramına
götürüyor. Geliş sebepleri her ne olursa olsun, gelenlerin mutlaka kendi
"statükolarını" da yanlarında getirdiğine ve (hiç zahmet etmeksizin)
kabul ettirdiklerine inanmakta zorluk çekmiyorum. Basit bir Aristo mantığı ile
düşündüğümü iddia edenler olabilir; yuvarlak bir masa gördüğüm zaman
"çemberin bütün yarıçapları birbirine eşittir" basitliğinden öte bir
kuramı hatırlayamadığımı öne sürenler olabilir fakat ben böyle düşünüyorum.
İkinci meşrutiyetten sonra ve özellikle cumhuriyetin ikinci on yıllarında ve
hatta sonrasında bile, bir bütün halinde -sosyal statükosu ile birlikte-
yabancı mimarlığın kendisini kabul ettirdiğine inanıyorum. Bu kabulleniş,
mimarlığın bir "meslek" olarak kendisini aştığı ve doğrudan "kişilerin
statükosu" şeklinde evrimleştiğinde, sayılarının 200-300'ü geçmediğini
hatırlayabildiğim o zamanın genç mimarlarında (aralarından yetişmiş ve benim
bile isimlerini ezbere bildiğim birkaç tanesi hariç) mutlaka bir rahatsızlık
yaratmış olmalıdır. Küçümsenebilir ama ben, düz/basit bir Aristo mantığı
güderek, o günün mimarlığı ile bu günün endüstriyel tasarımını karşılaştırıyor
(tarihsel yönü hiç önemli değil: bu günden o güne dönüş veya o günden bu güne
geliş) ve bir aynılık buluyorum. Fakat bu aynılık, sadece temelde var; bugün
benim mesleğim, sadece yabancıların değil fakat (fazladan) kendi ülkemdeki
mimarların bile rekabeti altında var olma çabası içinde olduğuna göre, günümüz
mimarlığının (tarihlerinin, -örneğin- Mimar Sinan'la değil de ikinci meşrutiyetle
başladığını kabul edecek olursam) ilk kuşak mimarlığın problemlerini
unuttuklarını düşünüyorum. Mesleğimle ilişkilendirdiğimde "tarihin
tekerrür etmesi" bir kader midir yoksa bir tercih midir sorusu ile
karşılaşıyorum. Fakat bugün, o günlere göre çok yol katetmiş olsa bile
toplumumuzun (belli/küçük bir entellektüel kısmı dışında), geleneksel olarak
bütün mesleklere eşit mesafede durduğuna/duracağına inancım da devam ediyor.
Bu makale Bileşim Yayıncılık, Fuarcılık ve
Tanıtım Hizmetleri A.Ş.'ye ait Makinatek Dergisinin Aralık 2005 tarihli
sayısında yayınlanmıştır.
Özlem (Yan) Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)
@trendssoul
Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016